"Neden hala devrim olmadı?" – Devrimci liderliğe duyulan ihtiyaç

Sözde sol aktivistler, hatta kendilerini Marksist olarak tanımlayanlar bile, sık sık umutsuzluk ve hayal kırıklığıyla haykırıyorlar: "Her şeyin ne kadar berbat ve içler acısı olduğuna bakın, neden hala daha bir devrim olmadı?" Alan Woods'un bu yazıda açıkladığı gibi, bu tür soruları soranların ne kitlelerin bilincinden, ne de Marksistlerin toplumun yüzeydeki görünümünün altında büyüyen gerilime nüfuz etmek için kullandıkları diyalektik yöntemden haberleri vardır. İlk olarak Mart 2022'de In Defence of Marxism (Marksizmi Savunurken) dergisinin 37. sayısında yayınlanan bu makale, dünyadaki durumun ve devrimin gerçek dinamiklerinin mükemmel bir analizini sunuyor. O yılın yazında Sri Lanka ve İran da meydana gelen patlayıcı hareketler, Alan'ın argümanlarının somut kanıtını sağladı.

“İnsanlar, devrim yapmak konusunda savaşmak istemekten daha hevesli değillerdir. Ancak şu fark vardır ki, savaşta zorunluluk hali belirleyici bir rol oynar, devrimde ise koşulların zorlaması dışında hiçbir zorlama yoktur. Devrim ancak başka çıkış yolu kalmadığında gerçekleşir.” (Trotsky, Rus Devrimi Tarihi, Bölüm 43, "Ayaklanma Sanatı")

"Zamanı geldiğinde, her şey o noktada muazzam bir hız ve enerjiyle devinecek, ancak o noktaya ulaşılması biraz zaman alabilir." (Engels, 24 Ekim 1891)

“Var olan her şey yok olmayı hak eder”

Hegel, var olan her şeyin yok olmayı hak ettiğini açıkladı. Yani var olan her şey, kendi yok oluşunun tohumlarını içinde taşır. Durum gerçekten böyle. Çok uzun bir süre için kapitalizmin dünyada öylece kalacağı düşünüldü. Mevcut durum çoğu insan tarafından sorgulanmıyordu. Varlığını sağlayan kurumlar sağlam görünüyordu. En ciddi krizler bile, görünüşe göre hiçbir iz bırakmadan nihayetinde aşıldı.

Ama görünüş aldatıcıdır. Diyalektik bize şeylerin tersine dönüştüğünü öğretir. Uzun bir siyasi durgunluk döneminden sonra, son birkaç yıldaki gelişmeler, dünya çapındaki genel durumda temel bir kırılmayı temsil ediyor.

2008 krizi, genel durumda keskin bir dönüm noktası oldu. Gerçekte, burjuvazi bu krizden asla kurtulamadı. Burjuvazinin ekonomik dengeyi yeniden sağlamaya yönelik her girişiminin, yalnızca toplumsal ve politik dengeyi bozmaya hizmet edeceğine o zaman da işaret etmiştik. Kelimenin tam anlamıyla da böyle olduğu ortaya çıktı. Burjuvazi, bu krizi çözmek için eşi benzeri görülmemiş miktarda para harcayarak çaresiz önlemlere başvurdu.

Pandemi 2020'de dünya ekonomisini düşüşe sürüklediğinde bunu çok daha yüksek bir seviyede tekrarladılar. Bu, ani bir çöküşten kaçınmalarını sağladı. Ancak bunu yalnızca yeni ve aşılmaz çelişkiler yaratma pahasına yapabildiler. Bu durum artık her yerde ön plana çıkıyor.

Burjuvalar arasında devletin piyasaya müdahale etmemesi gerektiği konusunda önceden fikir birliğine varılmasına rağmen, sistem muazzam miktarda devlet harcamasıyla kurtarılabildi. Fakat dedikleri gibi para ağaçta yetişmez. Var olmayan muazzam meblağlarda para kullanılarak yapılan bu harcama çılgınlığının sonucu, devasa bir borç dağının yaratılması oldu. Toplam dünya borcu şu anda 300 trilyon dolara yaklaşıyor.

Bu durumun barış zamanında herhangi bir tarihsel emsali yoktur. Egemen sınıfın, II. Dünya Savaşı’nı takip eden uzun ekonomik yükseliş döneminde olana benzer şekilde büyük meblağlar harcadığı doğrudur. Ancak bu, bugün geçerli olmayan ve gelecekte de tekrarlanması muhtemel olmayan özel bir dizi koşul nedeniyle mümkün olabildi.

Bu borç dağının kaçınılmaz etkisi, artan emtia, akaryakıt, gaz ve elektrik fiyatlarında kendini hissettiren ve yoksulları vuran enflasyondur.

Yeni bir ekonomik, sosyal ve siyasi istikrarsızlık dönemi ise bunun kaçınılmaz sonucudur. Kazakistan'da yaşanan son olaylar, ileride yaşanılacakların bir işaretidir. Bu türden gelişmeler herhangi bir ülkede ve herhangi bir zamanda birbiri ardına tekrarlanabilirler.

Mevcut kriz sadece ekonomik ve finansal değil, aynı zamanda sosyal ve politik, hatta ahlaki ve psikolojik bir karaktere sahiptir. Tüm ülkelerde eşi benzeri görülmemiş bir istikrarsızlık temel karakteridir.

Kapitalist sistem 300 yılın en ciddi ekonomik krizini yaşadı. Bu, sermayenin bütün ciddi stratejistleri tarafından kabul edilmektedir. Buna ek olarak, burjuvazinin tersini iddia etmesine rağmen hala üstesinden gelinemeyen pandemi yüzünden milyonlarca insan hayatını kaybetti.

Bu gerçeklerden, sosyalist devrimin koşullarının dünya ölçeğinde zaten var olduğu sonucunu çıkarmak basit bir mesele olacaktır. Bu kesinlikle doğrudur. Genel anlamda, uzun zamandır doğru. Ancak Marksist perspektifler genellemelerle tüketilmez.

Sosyalist devrimin kaçınılmazlığı hakkındaki genel açıklamaları tekrarlayıp durmak yeterli değildir. Bunun neden doğru olduğunu nasıl açıklayabileceğimizi iyi bilmemiz gerekir. Hegel, bilimin görevinin bir yığın ayrıntı biriktirmek değil, rasyonel bir kavrayış elde etmek olduğunu ortaya koydu. Marksistlerin görevi tam da budur.

Çoğu zaman, soldaki insanlar ve hatta bazı Marksistler, burjuva basınının sayfalarında kolayca bulunabilen sonsuz ekonomik istatistik listelerinden alıntı yapmaya başvururlar. Sonunda, “cevap sosyalizmdir” sonucuna veya bu yöndeki sonuçlara bağlarlar. Bu tamamen doğru olabilir, ancak bu çıkarım çok az veya hiç geçerliliği olmayan, kökenleri gerçek verilerin listesine dayanmayan bir sonuçtur. Böylesine mekanik bir yöntem, yalnızca zihinsel tembelliğin bir göstergesidir ve hepsini daha önce duymuş olanlarda bir can sıkıntısı ve sabırsızlık tepkisi üretir.

Soyut formülasyonlar ve şemalar, geçmekte olduğumuz aşamanın somut gerçeklerini anlamamıza yardımcı olmayacak, kapitalizmin kriziyle ilgili gücünü, geçerliliğini yitiren boş ve anlamsız klişelere indirgenmiş tekrarlar yardımcı olamayacak.

Her aşamada somut olarak gelişen durumu takip etmeliyiz. Birçok insanın aklına gelmiş olması gereken şu soruyu cevaplamak zorundayız: Siz Marksistler, kapitalist sistemin krizde olduğunu söylüyorsunuz ve durum açıkça budur. Ama neden hala devrim olmadı?

Soru naif görünebilir ama düşündüğünüzden daha ciddi. Dikkatli bir değerlendirmeyi hak ediyor. Doğruyu söylemek gerekirse, kendilerine Marksist diyen bazı kişiler bile kendilerine aynı soruyu soruyorlar: Madem bu kadar derin bir kriz var, kitleler neden ayaklanmadı?

Fikirlere ve teoriye karşı son derece aşağılayıcı bir tutum sergileyen ve başsız tavuklar gibi ortalıkta dolaşıp devrim için bağırarak bir şekilde kitleleri harekete geçireceklerini sanan sözde aktivistlerden bahsediyorum.

1968'de Paris'teki o gözü dönmüş öğrenci liderlerini çok iyi hatırlıyorum ve şimdi onları görüyorum: genel olarak devrimcilerle alay eden ve dolaylı olarak kendi geçmişlerine tüküren koca göbekli, kendini beğenmiş burjuvalar. İtiraf etmeliyim ki bu dönüşüm benim için sürpriz olmadı. Mayıs 1968'de çok netti. O zaman olan bitenden hiçbir şey anlamadılar ve şimdi daha da az anlıyorlar.

Bu 'aktivistler' kitlelere karşı sabırsızlar ve yorgun, yaşlı bir rahibin mırıldandığı büyülü sözlere benzeyen boş 'devrimci' sloganları sürekli tekrarlayıp istenen sonucu alamayınca işçi sınıfını suçluyor, moralleri bozuluyor ve eylemsizlik içine düşüyorlar. Akılsız aktivizm ve aciz kayıtsızlık, aynı madalyonun iki yüzüdür.

Ne zaman harekete geçmeye hazır olduklarını belirlemek için işçi sınıfının dilinin altına bir termometre koymak Marksistlerin görevi değildir. Böyle bir termometre hiçbir zaman var olmadı ve olmayacak. Bu süreç sabırsız bir hırsla hızlandırılamaz.

Durum sizin için çok mu yavaş ilerliyor? Hepimiz daha hızlı gelişmesini isteriz. Ancak bu işler zaman alacak ve sabırsızlık en tehlikeli düşmanımız. Kestirmeler ve kısa yol yok! Trotsky, ekmediğin yerden biçmeye çalışmanın kaçınılmaz olarak radikal sapmalara ya da oportünist nitelikte hatalara yol açacağı konusunda uyardı. Ses tellerinizin gücünden daha yüksek sesle bağırmaya çalışırsanız, sesinizi kaybedersiniz.

Ancak, bu kısa makaleyi okuduktan sonra, gerçekten işçilerin kapitalist sistemi devirmek için ne zaman harekete geçeceğini bilmek konusunda ısrarcıysanız, size çok kesin bir yanıt vermeye hazırım.

İşçiler hazır olduklarında harekete geçecekler.

Ne bir dakika önce ne de bir dakika sonra…

Jeoloji ve sosyoloji

Neden devrim olmadığı sorusunun sorulması, şaşkınlıktan daha fazlasını ortaya koyuyor. Hem devrimin temel yasalarına, hem de kitlelerin bilinç kazanma yollarına ilişkin tam bir cehaleti teşhir etmeye hizmet eder. Otomatik ve mekanik süreçler de değildir ve göreceğimiz gibi her ikisi de yakından ilişkilidir.

Her zamanki gibi temel ilkelerle başlayalım. Diyalektik bize toplum ve jeoloji arasında yakın bir paralellik olduğunu gösterir. Duyularımız yoluyla elde ettiğimiz kanıtlar bize, ayaklarımızın altındaki zeminin sağlam ve sert olduğunu (başka bir deyişle kaya gibi sabit) olduğunu kanıtlar. Ancak jeoloji, yer altının hiçbir şekilde sabit olmadığını ve zeminin ayaklarımızın altında sürekli hareket ettiğini öğretir.

Yüzeyde, her şey huzurlu ve rahatlatıcı bir şekilde sağlam görünebilir. Ancak yüzeyin altında, dünyanın yüzeyinde zayıf bir nokta arayan, kaynayan sıvı kayalardan oluşan geniş bir okyanus, hayal edilemez sıcaklıklar ve basınçlar vardır. Sonunda, aşağıdan gelen temel basınç kuvveti, bariyerlerin kırıldığı bir noktaya kadar kademeli olarak artar ve magma nihayet şiddetli bir patlamayla yüzeye çıkarak volkanik bir patlamada devasa bastırılmış güçleri açığa çıkartır.

Burada insan toplumuyla olan çok keskin bir analoji vardır. Yüzeyde, her şey sakin, sadece ara sıra meydana gelen ve statükoyu neredeyse hiç bozmadan bırakan titremelerle rahatsız ediliyor. Statükonun savunucuları, her şeyin yolunda olduğu fikri aldatmalarına izin veriyor. Ancak yüzeyin altında, sosyal bir depremin kaçınılmaz olduğu kritik noktaya ulaşana kadar yavaş yavaş biriken hoşnutsuzluk, acı, kızgınlık ve öfke vardır.

Modern bilim ve teknolojinin tüm ilerlemelerine rağmen bir depremi tam olarak tahmin etmek mümkün olmadığı gibi, bu değişimin tam olarak hangi noktada gerçekleşeceğini de tahmin etmek imkansızdır. Bilim bize, San Francisco şehrinin yer kabuğunda San Andreas Fayı olarak bilinen bir fayın üzerine kurulduğunu bildiriyor. Bu, er ya da geç, o şehrin yıkıcı bir deprem yaşayacağı anlamına gelir.

Bunun ne zaman olacağını kimse bilmese de, kesin olan şey olacağıdır. Devrimci patlamaların, burjuvazinin ve onun satılık stratejistlerinin, iktisatçılarının ve politikacılarının hiç beklemediği bir zamanda gerçekleşeceği de aynı derecede kesindir.

Trotsky, harikulade bir ifadeyle, işçilerin kafasında kesintisiz bir şekilde devam eden "özdeksel devrim süreci"nden söz ediyor. Ancak bu süreç, toplumun genel siyasi fizyonomisini etkilemeyen kademeli bir süreç olduğundan, Marksistler dışındakiler tarafından fark edilemez..

Ancak Marksist olduğunu iddia eden herkes, Marksizmin en temel ilkelerini ve yöntemini kavramış değildir. Bunu, Mayıs 1968'de Fransa'da, Mandel türünden cahil sekterlerin, Fransız işçileri "burjuvalaşmış" ve "Amerikanlaşmış" olarak adlandırıp tamamen silip attıklarında gördük. Dört milyondan az işçi sendika üyesiydi, ancak tarihin en büyük devrimci genel grevinde 10 milyon işçi fabrikaları işgal etti. Bununla birlikte, bu tür patlamaların başarılı bir sosyalist devrime yol açıp açmayacağı tamamen başka bir sorudur.

1968'de Fransız işçilerinin elinde güç vardı. Başkan De Gaulle, Amerikan büyükelçisini bilgilendirdi: “Oyun bitti. Birkaç gün içinde komünistler iktidara gelecek.” Bunun olabilmesi ise tamamen mümkündü. Olmadıysa kabahat, devrimi gerçekleştirmek için elinden gelen her şeyi yapan işçi sınıfında değil, önderliktedir. Daha sonra döneceğimiz ana konu budur.

Bir devrim için koşullar

Başarılı olmak için sosyalist bir devrim belirli koşullar gerektirir. Bunların hem nesnel hem de öznel bir özelliği vardır.

Tek başına bir ekonomik kriz olgusu bir devrim yapmak için yeterli değildir. Gittikçe düşen yaşam standartları da tek başına yeterli değildir. Leon Trotsky bir keresinde, devrimlerin nedeni yoksulluk olsaydı, kitlelerin her zaman bir isyan halinde olacağını söylemişti.

Bazı sekterler, sanki kitleler sürekli bir başkaldırı içindeymiş ve her an devrime hazırmış gibi davranırlar. Fakat durum böyle değil. Kapitalist sistemin derin bir kriz içinde olduğu, ispat gerektirmeyen apaçık bir gerçektir. Ancak bunun kitleler tarafından nasıl algılandığı tamamen farklı bir sorudur. Uzun yıllar boyunca inşa edilen aldatmacalar kolayca yerinden sökülemez. Mevcut dengeyi bozmak için bir dizi derin şok gerekir.

Nesnel koşullar açısından konuşursak, sosyalist bir devrimin koşullarının var olduğu ve bir süredir olgunlaşmakta olduğu doğrudur. Aslında, oldukça olgunlar. Ancak insanlık tarihi, insanların eylemlerinden oluşur. Materyalistler olarak, insan bilincinin genel olarak devrimci olmadığını, derinden muhafazakar olduğunu biliyoruz. İnsan zihni her türlü değişime karşı son derece isteksizdir.

Bu, uzun zaman önce hafızamızdan silinmiş, ancak bilinçaltımızda silinmez bir iz bırakan, uzak bir geçmişten miras aldığımız, köklü bir psikolojik savunma mekanizmasıdır. Kendini koruma arzusundan kaynaklanan bir olgudur.

Sonuç olarak, kitlelerin bilinci her zaman olayların gerisinde kalma eğilimindedir ve bu gecikme, önceki deneyimlerin tümü tarafından koşullandırıldığı için oldukça önemli olabilir. Bu, mevcut durumu analiz ederken sürekli olarak akılda tutmamız gereken bir gerçektir.

Bir insanın başına gelebilecek en büyük talihsizliğin tuhaf ve ilginç zamanlarda yaşamak olduğunu söyleyen eski bir Çin atasözü vardır. Ayaklarının altındaki yer sallanmaya başlayınca; eski tapınaklar ve saraylar yerle bir olduğunda - bu, ilk başta çok rahatsız edici bir deneyimdir.

İnsanlar en ufak bir güven duygusu bulabilmek için oraya buraya koşturacaklar. Ancak eski yöntemlerde güven bulunamaz. Bu nedenle eski yöntemler terk edilmeli ve yenileri bulunmalıdır. Derin şoklar, insanların mevcut topluma olan güvenini şimdiden sarsmaya başladı.

Ancak çoğu insanın, içinde doğup hayatlarının büyük bir bölümünü yaşadıkları dünyanın tanıdık ortamında kendilerini daha güvende ve rahat hissettikleri de yadsınamaz bir gerçektir. Zaman kötü olduğunda bile, yarının daha iyi olacağına ve “normal zamanların” eninde sonunda geri döneceğine inatla sarılırlar.

Devrimciler bir devrimin gerekliliğine işaret ettiklerinde, ilk tepkileri başlarını sallamak ve "Tanıdığın şeytan, tanımadığın şeytandan daha iyidir" demek oluyor. Bu tamamen doğal bir tepki. Karanlıktaki bir sıçrama olarak kim bilir devrim onları nereye savuracak?

Eylemsizlik kuvveti

Egemen sınıf, zenginliğini ve gücünü korumak için elinde çok güçlü silahlar tutuyor: devlet, ordu, polis, yargı, hapishaneler, medya ve tüm eğitim sistemi. Ancak cephaneliğindeki en güçlü silah bunların hiçbiri değil. En güçlü silahı mekanikteki eylemsizlik kuvvetinin sosyal eşdeğeri olan rutinin gücüdür.

Eylemsizlik kuvveti; ister hareketsiz ister hareket halinde olsun tüm cisimler için geçerli olan ve şeylerin bir dış etken getirilmedikçe her zaman bulundukları hallerinde kalacaklarını belirten oldukça ünlü bir yasadır. Aynı yasa toplum için de geçerlidir.

Kapitalizm, okuldan fabrika üretim hattına ve oradan da kışlaya kolayca aktarılan, ömür boyu sürecek itaat alışkanlıklarını besler.

Geleneğin ve günlük rutinin ölü ağırlığı insanların beyinlerine çöker ve onları onun yargılarına uymaya zorlar. Bu, kitlelerin, en azından ilk aşamada, her zaman en az direniş yolunu seçeceği anlamına gelir. Ama sonunda, büyük olayların çekiç darbeleri, onları tüm yaşamları boyunca düşüncelerini şekillendiren değerleri, ahlakı, dini ve inançları sorgulamaya zorlayacaktır.

Kitleleri bu akıllara durgunluk veren rutinden silkelemek, onları gerçek konumlarının farkına varmaya zorlamak, sorgulanamaz olduğunu düşündükleri eski inançları sorgulamak ve devrimci sonuçlara varmak için devasa olaylar gerekir. Bu kaçınılmaz olarak zaman alır. Ancak bir devrim sırasında, kitlelerin bilinci muazzam bir itici güç yaşar. 24 saat içinde tamamen dönüşüm yaşayabilir.

Her grevde aynı süreci görüyoruz. En geri ve muhafazakar işçilerden bazıları birdenbire en aktif ve enerjik militanlara dönüştüğünde, en ileri düzeydeki işçilerin şaşırdığı sıklıkla görülür.

Grev sadece minyatür bir devrimdir. Herhangi bir grevde, bilincin gelişme sürecinde liderliğin önemi oldukça hayatidir. Sıklıkla, kitlesel bir toplanmada tek bir militanın cesurca yaptığı konuşması, bir grevin başarısı veya başarısızlığı anlamına gelebilir. Bu da bizi asıl meseleye getiriyor.

Öznel faktörün tarihteki önemi

Kendiliğinden kitlesel devrimci hareketler, kitlelerin muazzam gücünü ortaya koyuyor. Fakat yalnızca potansiyel bir güç olarak, henüz potansiyelini gerçekleştirmiş değil. Öznel faktörün yokluğunda, en fırtınalı kitle hareketi bile sınıfın temel sorunlarını çözemez.

Burada sosyalist devrim ile geçmişin burjuva devrimleri arasında temel bir fark olduğunu anlamalıyız. Bir burjuva devriminden farklı olarak, sosyalist bir devrim, yalnızca devlet iktidarının dizginlerini eline almakla kalmayıp, aynı zamanda en başından itibaren üretici güçlerin bilinçli denetimini de üstlenmesi gereken işçi sınıfının bilinçli hareketini gerektirir.

İşçilerin fabrikaları kontrol etme mekanizması aracılığıyla, demokratik olarak yönetilen sosyalist planlı bir ekonominin yolu hazırlanır. Geçmişin burjuva devrimlerinde durum hiç de böyle değildi, çünkü kapitalist piyasa ekonomisi herhangi bir planlamaya veya bilinçli müdahaleye ihtiyaç duymaz.

Kapitalizm, feodalizm altında üretici güçlerin evriminin sonucunda tarihsel olarak kendiliğinden ortaya çıktı. Burjuva devrimci liderlerinin teorileri, var oldukları ölçüde, yeni oluşan burjuvazinin gereksinimlerinin, değerlerinin, din ve ahlakının bilinçsiz bir yansımasından başka bir şey değildi.

Protestanlık (özellikle Kalvinizm) ile yeni doğmakta olan burjuvazinin değerleri arasındaki yakın ilişki, Max Weber tarafından çok detaylı bir şekilde teşhir edildi, ancak o bir idealist olarak bu ilişkiyi tepetaklak etti.

Bir asır sonra, Fransa'da Aydınlanmanın rasyonalizmi, pratikte burjuvazinin egemenliğinin zeminini hazırlarken, aklın üstünlüğünü cesurca ilan eden büyük Fransız Devrimi'nin teorik zeminini hazırladı.

Söylemeye gerek yok, ne eski dinsel kisvesi içinde ne de daha sonra Aklın görkemli kisvesine büründüğünde, önde gelen fikirler burjuvazinin kaba, maddi, paragöz çıkarlarını tam anlamıyla temsil etmiyordu. Aksine, bu kılık değiştirmeler, halk kitlelerini gelecekteki efendilerinin bayrağı altında savaşırken eski düzene karşı isyan etmeleri için seferber etmenin bir aracı olarak kesinlikle gerekliydi.

Bu teoriler, yükselen burjuva sınıfının çıkarlarını yeterince yansıtmadığı (hatta bunlarla çeliştiği) ölçüde, sessiz sedasız bir kenara atıldı ve yerlerine yeni toplumsal sisteme daha uygun düşen başka fikirler geldi.

İngiliz Devrimi'nin ilk aşamalarında Oliver Cromwell, devrimci pleb ve yarı proleter unsurlardan güç alarak eski monarşik düzeni devirmeyi tamamlamak için burjuva unsurları bir kenara itmek zorunda kaldı. Kitleleri harekete geçirmek için Tanrı'nın Yeryüzündeki Krallığını savundu.

Ancak bu görevi yerine getirdikten sonra sol kanada yöneldi, Eşitlikçileri (İngiliz Devrimi sırasındaki adlarıyla Levellers) ezdi ve karşı-devrimci burjuvaziye kapı açtı. Karşı-devrimci burjuvazi kralla uzlaşmaya vardı ve ardından burjuvazinin egemenliğine yol açan sözde 1688 Şanlı Devrimi'ni gerçekleştirdi. Püritenlerin eski fikirleri bir kenara atıldı ve dini inançlarını yaşamak için Yeni Dünya kıyılarına göç etmeye zorlandılar.

Benzer bir süreç, Parisli Sans-culotte'ların (o dönemdeki adlandırılmalarıyla Baldırı Çıplaklar) yarı proleter kitlelerin desteğine dayanan Jakobenlerin devrimci diktatörlüğünün önce Thermidorcu gericilik ve Fransız Direktörlüğü (French Directorate) tarafından, ardından Fransız Konsülü (Napolyon Bonapart diktatörlüğü ve son olarak Waterloo Savaşı'ndan sonra Bourbonların restorasyonu zincir olayları birbirini takip etmiştir) tarafından devrildiği Fransız Devrimi'nde gözlemlenebilir. Fransız burjuvazisinin nihai zaferi ancak 1830 devriminden ve 1848'deki mağlup proleter devriminden sonra sağlandı.

Rus Devrimi

Öznel faktörün kritik rolü, Rus Devrimi'nde çok açık bir şekilde gösterilebilir. Lenin 1902'de şöyle yazmıştı:

“Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olamaz. Moda halinde oportünizm övgüsünün, pratik eylemin en dar biçimlerine delicesine bir kapılmayla el ele gittigi bir zamanda, bu düşünce üzerinde pek güçlü olarak direnilemez..” (V. I. Lenin, Ne Yapmalı?, Wellred Books, 2018, s. 26.)

Devamında "öncü kadroların rolünün ancak en ileri teori tarafından yönlendirilen bir parti tarafından yerine getirilebileceğini" ekledi. (ibid., s. 27.)

Daha önce belirttiğimiz nedenlerden ötürü, burjuva devriminde durum böyle değildi. Ancak bu, 1917'de gördüğümüz gibi, sosyalist devrimin başarısı için kesinlikle gerekliydi.

Şubat Devrimi, herhangi bir bilinçli devrimci önderlik olmadan gerçekleşti. İşçiler ve askerler (üniformalı köylüler), Rusya'yı yüzyıllardır yöneten çarlık rejimini başarıyla devirecek kadar güçlü olduklarını gösterdiler. Yine de iktidarı kendi ellerine almadılar. Bunun yerine, Sovyetler Kasım ayında Bolşeviklerin önderliğinde nihayet iktidara gelene kadar süren İkili İktidar sürecini yaşadı.

İşçiler Şubat'ta neden iktidara gelmedi? Tabii ki, bu soruya her türlü "akıllıca" argümanla cevap verilebilir. Hatta bazı Bolşevikler bunun nedeninin, proletaryanın “tarihsel aşamaların demir yasasına” uymak zorunda olması, “Şubatı atlatamaması” ve “burjuva devrimi aşamasını geçmek” zorunda olması olduğunu ileri sürdüler. Gerçekte bu insanlar kendi korkaklıklarını, kafa karışıklıklarını ve acizliklerini “nesnel faktörlere” başvurarak örtmeye çalışıyorlardı. Bu insanlara Lenin küçümseyerek cevap verdi:

“İktidarı neden almıyorlar? Steklov şöyle diyor: yok şu sebepten ve yok bu sebepten… Bu saçmalık. Gerçek şu ki, proletarya yeterince örgütlü ve sınıf bilincine sahip değil. Şunu kabul etmek gerekir: maddi güç proletaryanın elinde ama burjuvazi hazırlıklı ve sınıf bilincine sahip. Bu canavarca bir gerçektir, açık ve net bir şekilde kabul edilmeli ve halka örgütlenmedikleri ve yeterince bilinçli olmadıkları için iktidarı almadıkları söylenmelidir.” (Lenin, "Bolşevik delegelerin Tüm Rusya İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri Konferansı toplantısındaki raporu", 4 Nisan 1917, Collected Works, cilt 36, s. 437, vurgu bana ait.)

Açık olalım. Bolşevik Parti olmasaydı -aslında iki adam, Lenin ve Trotsky olmasaydı- Ekim Devrimi asla gerçekleşmezdi, durdurulur, karşı-devrim ve faşist bir rejimle sonuçlanırdı.

Diğer bir deyişle, işçi sınıfının gücü -ki bu bir gerçektir- sadece bir potansiyel olarak kalacaktır. Bu tek başına asla yeterli değildir. Tarihteki öznel faktörün muazzam önemi budur.

Merkezin çöküşü

Devrimci altüst oluşlar, bugünün tüm durumunda zımnen mevcuttur. Devrimci bir parti olsun ya da olmasın, gece gündüz gibi var olmaya devam edecekler. Ancak sınıflar arasındaki savaşta, tıpkı uluslar arasındaki savaşlarda olduğu gibi, iyi generallerin önemi belirleyici bir faktördür. Sorun da burada yatıyor.

Kitleler bu kabustan bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Partilere ve parti liderlerine bakıp birbiri ardına onları tarihin çöplüğüne atıyorlar. Bu, şu anda tüm ülkelerdeki siyasi yaşamın aşırı istikrarsızlığını açıklıyor. Siyasi sarkaç şiddetle sağa, sonra sola salınıyor.

Buradaki hususi kurban “merkez”dir. Bu durum, sermayenin stratejistleri arasında ciddi bir endişe nedenidir, çünkü merkez, sol ve sağın uç noktalarını dengeleyen ve onları etkisiz hale getiren bir tür dayanak noktasını temsil eder. Bu, tüm net sınır çizgilerinin geçersizlik noktasına kadar bulanıklaştığı, boş retoriğin ve belirsiz vaatlerin tedavülden kalkmış madeni paralar veya gelecekteki belirsiz bir tarihte itfa edilebilecek senetler gibi havada uçuştuğu muğlak bir manzaradır.

Merkez çok uzun bir süre Amerika Birleşik Devletleri'nde Cumhuriyetçiler ve Demokratlar olmak üzere iki parti tarafından, Britanya'da da birbirinden neredeyse ayırt edilemeyen İşçi ve Muhafazakar Partiler tarafından temsil edildi. Ancak tüm bunların maddi bir temeli vardı.

Kapitalizmin benzeri görülmemiş bir ekonomik yükseliş yaşadığı savaş sonrası dönemde, İşçi Partisi ve sosyal demokrat partiler, İngiltere'de ücretsiz ulusal sağlık hizmeti gibi önemli reformlar yaptı. O dönem artık mazide kaldı.

Günümüzde egemen sınıf, bırakın yeni reformlar yapmayı, eski kazanılmış hakların devam etmesine bile izin veremez. Eski kesinlik gitti ve onunla birlikte eski istikrar da kaybolup gitti. Her yerde türbülans ve krizler var. Kapitalizmin krizi, reformizmin krizidir.

“Sol”un rolü

Reformizmin krizi ve Stalinizmin çöküşü, solda bir boşluk olduğu anlamına geliyor. Doğa boşluktan nefret ettiği için bu boşluk hemen başka bir şeyle doldurulmalıdır. Marksist eğilim onu ​​dolduracak güce sahip olmadığı için, bu alan sol reformistler tarafından doldurulacaktır.

Burada ele alamadığımız tarihsel nedenlerle, Marksizmin gerçek güçleri çok gerilere atılmıştır. Öznel faktörün zayıflığı göz önüne alındığında, kitlelerin siyasi hayata uyandığında, mevcut örgütlere ve tanınmış liderlere, özellikle de "sol" kimliklere sahip olanlara dönmeleri kaçınılmazdır.

Dolayısıyla içinde bulunduğumuz dönem, sol-reformist ve hatta merkezci eğilimlerin yükselişine tanık olacak. Fakat bunlar da kitleler tarafından sınanacak ve çoğu durumda sadece geçici bir karaktere sahip olacak.

Bu gerçeği kabul eden bir Marksist eğilim, diğer sollara karşı esnek bir tutum sergilemeli, sağ reformistlere karşı savaşmaya hazır oldukları sürece onlara destek sağlamalı, ancak kararsız kaldıklarında, kabul edilemez tavizler verdiklerinde ve burjuvazinin baskıları karşısında sağcı hainlerin saflarına geri çekildiklerinde daima onları eleştirmelidir.

Toplumda köklü bir değişiklik gerçekleştirme arzusu, programın ve perspektiflerin net bir şekilde anlaşılmasıyla sınırlandırılamaz. Aynı zamanda irade gücünün bir unsurunu veya güç iradesini içerir: yani bilinçli kazanma, fethetme, tüm engelleri kaldırıp bir kenara atma ve toplumu değiştirme iradesi.

Bu da, bir gelecek vizyonuna ve işçi sınıfının toplumu değiştirme yeteneğine tam bir güvene dayanmalıdır. Ancak sol reformistlerde ikisi de yok. Bu nedenle, sürekli olarak ana hedeften uzaklaşırlar.

Önyargılı davranırlar, ertelerler, tavizler ararlar, bu da teslim olmak anlamına başka bir sözcüktür, çünkü hiçbir şeyin mümkün olmadığı yerde uzlaşma aramak, uzlaştırılamaz sınıf çıkarları arasında köprüler kurmak, çemberi kare haline getirmeye çalışmaktır. Şüpheler, belirsizlik ve kararsızlık onların içsel özüdür. Bozgunculuk onların ruhuna işlemiştir.

Doğal olarak bunu kendilerine bile itiraf edemezler. Aksine, kendilerininkinin tek doğru yol olduğuna ve başka bir yolun kaçınılmaz olarak felakete yol açacağına kendilerini inandırırlar. Kendilerini kandırmak için binlerce sebep bulurlar ve bu kadar ikna olduklarından dolayı başkalarını kandırmak için daha donanımlı hale gelirler.

Çoğu durumda, solcular dürüst insanlardır. Tabii ki, argümanlarının doğruluğuna tamamen inanıyorlar. Samimi bir sol reformcu, samimiyetsiz bir reformcudan çok daha fazla zarar verebilir. İhanetleri kasıtlı veya bilinçli değildir. Kitleler tüm güvenlerini onlara emanet ediyor ve bu nedenle daha da kesin bir şekilde yenilginin pençesine düşüyorlar.

Martov şüphesiz çok dürüst ve samimi, aynı zamanda çok yetenekli ve zeki bir adamdı. Yine de Rus Devrimi'nin kaderinde çok olumsuz bir rol oynadı.

Yunanistan örneği

1930'ların fırtınalı döneminde, sosyal demokrasinin kitle örgütleri mayalanma halindeydi. 1929'daki Wall Street Çöküşü’nü izleyen ekonomik kriz, bunun sonucunda ortaya çıkan kitlesel işsizlik ve Avrupa'da faşizmin yükselişi, Marksistler tarafından "merkezcilik" olarak bilinen ve Trotsky'nin adlandırmasıyla "çoğu reformizm ve Marksizm arasında yayılan çeşitli eğilimler ve gruplaşmalar” olgusunu üretti.

Ancak içinde bulunduğumuz dönemde toplumdaki devrimci hareket, genel olarak 1930'lardaki gibi sosyal demokrasi saflarına yansımadı. İspanya'da Podemos, Yunanistan'da SYRIZA ve çok daha az ölçüde Fransa'da Mélenchon'un arkasındaki hareket gibi hareketler artan hoşnutsuzluğu kısmen yansıtıyordu. Ancak hepsinin çok karışık bir siyasi konumu vardı ve 1930'ların merkezci akımlarının yalnızca soluk bir yansımasıydılar.

Yunanistan örneğinde, aşırı toplumsal kriz koşullarında, Stalinist Yunanistan Komünist Partisi

'nin (KKE) sağcı bir bölünmesinden doğan küçük bir sol parti olan SYRIZA (Radikal Sol Koalisyon), geleneksel kitle reformist partisi PASOK’un (Panhelenik Sosyalist Hareket) kitlelerin gözünde büyük ölçüde itibar kaybetmesine rağmen hızla büyüdü. SYRIZA, Ocak 2015'te sağcı Yeni Demokrasi'ye (Néa Dimokratía) karşı ezici bir zaferle iktidara geldi.

2008 krizinden sonra Yunanistan iflasın eşiğine gelmişti. Avrupa'nın devlet borç krizinden en ciddi şekilde sarsılan ülkeler arasında yer alıyordu. AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankası, Yunanistan'ı kurtarmayı teklif etti, ancak bu, acımasız kemer sıkma önlemlerini dayatma pahasına olacaktı. Bu, kemer sıkmaya karşı kitlesel bir kitle hareketini yükseltti. Yeni Demokrasi ve PASOK hükümetlerinin aksine, SYRIZA kemer sıkma politikalarına bir son verme sözü veriyordu. Ancak kapitalist kriz temelinde bu imkansızdı.

Avrupalı ​​patronlar bunu bir tehdit olarak gördüler. İspanya'daki Podemos gibi onun örneğini takip etme eğiliminde olabilecek diğerlerine bir uyarı olarak SYRIZA'yı ezmek zorunda kaldılar. Sol hükümeti mümkün olan her şekilde baltalamaya ve yok etmeye kararlıydılar. Bu koşullar altında referandum çağrısı yapmak, kitleleri hükümetin arkasında ve kemer sıkmaya karşı seferber etmek kesinlikle doğruydu.

AB liderlerinin sunduğu kurtarma paketi koşulları, 5 Temmuz 2015'te yapılan referandumda yüzde 61'in “HAYIR” oyu vermesiyle kesin olarak reddedilmişti. Bu yankı uyandıran sonuç karşısında, Yunan işçi sınıfının mücadeleci ruhundan kim şüphe etmeye cesaret edebilir? Sadece işçiler değil, nüfusun her katmanı mücadele için seferber oldu. Liderlik yapması gerekenler hariç her katman.

Tsipras bir Marksist olsaydı, işçileri bankaları ve fabrikaları işgal etmeye çağırarak hareketi toplumu değiştirmek için kullanabilirdi. Rus işçileri 1917 devriminden sonra nasıl kabul etmeye hazırlandıysa, Yunanistan halkı da zorlukları kabul etmeye hazırdı.

Enternasyonalist bir çağrıyla desteklenen devrimci bir politika, Avrupa'nın ve dünyanın geri kalanının işçileri üzerinde heyecan verici bir etki yaratırdı. İspanya, İtalya, Fransa ve diğer yerlerdeki kitleler, kuşatma altındaki Yunanistan halkının uluslararası dayanışma çağrısına coşkuyla yanıt verirdi. Bunu, bankacıları ve kapitalistleri savunmaya zorlayan ve her yerde devrimci olasılıklara kapı açan gösteriler ve grevler izlerdi.

Olasılıklar çok açıktı: ya sonuna kadar savaş ya da rezil bir yenilgiye uğra. Ama sol reformistler asla sonuna kadar savaşmazlar. Her zaman en az direniş yolunu ararlar ve egemen sınıfla uzlaşmaya çalışırlar. SYRIZA müzakerecileri kelimelerle oyunlar oynamaya, lafı uzatmaya ve hiçbir şeyi çözmeyen yarım yamalak çözümler sunmaya çalıştı. Ancak karşı taraf uzlaşmayla ilgilenmiyordu.

Sonunda, Avrupa burjuvası blöflerini gördü. Açık bir savaş ya da teslim olma seçeneğiyle karşı karşıya kalan Tsipras, ikinci yolu seçti. Referandumda Yunan halkının kararlılıkla reddettiği koşullardan çok daha ağır koşulları kabul etti. Bu elden çıkarmanın ardından Tsipras ve ekibi, Brüksel ve Berlin'in emirlerini körü körüne kabul ettiler. Bir öfke dalgasını hayal kırıklığı ve çaresizlik izledi.

Sol reformist kafa karışıklığının kaçınılmaz sonucu budur.

Podemos

İspanya'da Podemos (Türkçe: Yapabiliriz), SYRIZA gibi, kısa sürede kitlesel bir güç haline geldi ve geçmişten temiz bir kopuş arayan kitlelerin değişime yönelik yakıcı arzusunu yansıtıyordu.

Podemos'un ana liderleri, Venezuela'daki Bolivarcı Devrim'den etkilendi. Ancak onun gücünün derslerini - yani kitleleri cesur bir devrimci mesajla seferber etme ihtiyacını - özümsemekte tamamen yetersizdiler.

Bunun yerine, Bolivarcı hareketin yalnızca en zayıf yanını kopyaladılar: teorik netlikten yoksunluğu, muğlak mesajları ve devrimi sonuna kadar gerçekleştirmeyi reddetmesi. Tek kelimeyle, sonunda Venezuela Devrimi'nin batmasına yol açan olumsuz özellikleri kopyaladılar.

Podemos milyonlarca insanın umudunu yeşertti. Podemos, lideri Pablo Iglesias'ın kulağa radikal gelen söylemi sayesinde adı sanı bilinmeyen bir oluşumdan kamuoyu yoklamalarında birinci sıraya yükselen bir hareket haline geldi. Ancak iktidara yaklaştıkça, Pablo Iglesias ve Podemos'un diğer liderleri mesajlarını daha da yumuşattı.

Sosyal demokrat PSOE'yi (İspanya Sosyalist İşçi Partisi) geçmek için mücadele etmek yerine, PSOE ile bir koalisyon hükümetinde küçük ortaklar olarak bakanlık makamını kabul etmekten memnun kaldılar. Kapitalizmden radikal bir kopuş yerine, asıl görevini İspanyol kapitalizminin krizini yönetmek olarak gören bir hükümete katıldılar.

Bugünkü adıyla Unidas Podemos (UP ya da Türkçe: Birlikte Yapabiliriz), birkaç bakanlık portföyü karşılığında, Cadiz'de grev yapan metal işçilerine karşı çevik kuvvet gönderen ve şu anda kemer sıkma ipleriyle gelen Avrupa fonlarını yöneten bir hükümetin ortak sorumlusu haline geldi.

Sonuç olarak, UP'ye verilen destek düştü, parti sürekli bir kriz içinde ve aktif tabanının çoğunu kaybetti. Artık başlangıçta vaat ettiği şeyin sadece bir kabuğu. Hareketin doğasında var olan devrimci potansiyel, en ileri işçiler ve gençler arasında yaygın bir moral bozukluğuna yol açacak şekilde çarçur edildi. Bu, sol reformizmin mantıksal sonucudur.

Corbyn'den çıkarılacak dersler

Sol reformizmin en çarpıcı başarısı, Jeremy Corbyn'in İngiliz İşçi Partisi (Labour Party) liderliğine seçilmesiydi. Buradaki ana nokta, Corbyn'in müesses nizam ve statüko ile ilgili gizli hoşnutsuzluk duygularına dokunmuş olmasıdır. Liderlik seçimlerinde oyların neredeyse yüzde 60'ını alarak kesin bir zafer kazandı. Aniden baraj kapakları açıldı ve yüzbinlerce yeni üye onu desteklemek için partiye katıldı. Sağ kanatla savaşmaya hazır ve istekliydiler.

Egemen sınıf korkmuştu. İşçi Partisi'nin köklü bir dönüşümü için koşullar hazırdı. İşçi Partisi milletvekillerinin zorunlu olarak yeniden seçilmesini uygulamaya koyma planları, çizgiyi aşan milletvekillerini ara seçimlerde zorla geri çağırma ve üyelerin yetkilerini sağlamlaştırma hamlelerini değerlendiriyordu. Sağ kanat çaresizlik içindeydi. Birkaç Blairci milletvekili partiden ayrıldı.

Ancak sağ reformistler, Corbyn'i istifaya zorlamak amacıyla ona karşı acımasız bir kampanya düzenleyen egemen sınıfın ve kitle iletişim araçlarının desteğini aldı. Sonuç, İşçi Partisi içinde bir iç savaşın patlak vermesiydi. Ama çok tek taraflı bir karakteri vardı.

Bu koşullar altında İşçi Partisi'nde bir bölünme kaçınılmaz görünüyordu. Blairciler açıkça buna hazırlanıyorlardı. Sermayenin stratejistleri mantıksal sonucu çoktan çıkarmıştı. Ama sonunda bir hiçliğe varıldı. Corbynistalar sağ kanat tarafından bozguna uğratıldı. Neden? Corbyn, İşçi Partisi'nin tabandan büyük desteğini alırken bu nasıl mümkün oldu? Cevap, sol reformizmin doğasında yatmaktadır.

En tehlikeli rolü Corbyn yanlısı Momentum hareketi oynadı. Bu, binlerce aktivist için bir odak noktası haline gelebilirdi. Ülkenin farklı yerlerinde çok öfkeli ve radikal bir havanın hakim olduğu büyük Momentum toplantıları yapılıyordu.

Ancak sağ kanat, sol hareketlerde bariz bir şekilde olmayan tüm kararlılığı gösterdi. Momentum'un liderleri, sağdan çok tabandan korkuyorlardı. Her adımda frene bastılar ve Marksistlerin başından beri tutarlı bir şekilde talep ettikleri ve tabandan geniş destek aldıkları sağcı İşçi Partisi milletvekillerinin seçilmesini kaldırma kampanyasını sabote ettiler. Sonuç olarak, Parti üyeleri iki elleri arkalarından bağlı olarak savaşıyorlardı.

Ancak hayati bir unsur, Corbyn'in oynadığı roldü. Başta Corbyn olmak üzere sol kanat, parlamenter İşçi Partisi'nin sağ kanadına karşı ciddi bir mücadele yürütmeye hazır değildi. Momentum'un liderleri, "Jeremy üyelerden bunu yapmalarını istediği için seçimleri kaldırmayı erteledik" diyerek ihanetlerini savundular.

Gerekçe “birlikten yanayız” idi. PLP'de (Public Law Project) sağ kanatla bir bölünmeden korkuyorlardı. Ancak solun kazanımlarının tamamen yok edilmemesi için bu kesinlikle gerekliydi. Tam olarak olan da buydu.

Sağcılar tam nerede durmaları gerektiğini biliyorlardı. Başta Marksistler olmak üzere sola karşı saldırgan bir politika izlediler ve ne olursa olsun sonuna kadar gitmeye hazırdılar.

Söylemeye gerek yok, sağ kanat saldırıya geçtiğinde solun ödlekliğine dair hiçbir karşı koyma göstermediler. Burjuva medyasının tüm gücünü Corbyn'e iftira atmak ve itibarsızlaştırmak için kullanarak vahşi bir saldırı başlattılar. Sonunda, çok sayıda solcu üye ile birlikte onu kovdular.

Doğal olarak, Enternasyonal Marksist Eğilim ana hedefti. Socialist Appeal (Enternasyonal Marksist Eğilim’in İngiltere örgütü) yasaklandı, ancak çok fazla destek alan oldukça etkili bir karşı saldırı düzenledi. Buna karşılık sol, Starmer'ın sonuna kadar götürdüğü cadı avına karşı savaşmayı reddederek korkakça davrandı.

İngiltere'deki kriz

Büyük umutlarla başlayan Corbyn bölümü rezil bir bozgunla son buldu. Binlerce insan tiksinti içinde İşçi Partisi’nden ayrıldı ve sol tamamen ezildi. Corbyn'in uyandırdığı devasa yanılsamalar yerini İşçi Partisi'nde derin bir şüphecilik havasına bıraktı.

Solun çözülmesiyle birlikte mevcut durum artık bambaşka bir yöne doğru ilerliyor. Ancak bu, hikayenin sonu değil. Hem nesnel hem de öznel nedenlerle, İngiltere'nin Avrupa kapitalizminin krizindeki kilit unsurlardan biri olduğu artık giderek daha açık hale geliyor. Sadece birkaç yıl önce Avrupa'nın en istikrarlı ülkesi olan İngiltere, şimdi muhtemelen en istikrarsız ülkesi. Artık Avrupa kapitalizm zincirinin en zayıf halkalarından biridir.

Politik düzlemde mağlup olan işçiler, endüstriyel cepheye yöneliyor. Sendikalarda radikalleşmenin başlangıcı var. Johnson hükümetinin krizi kaçınılmaz olarak düşmesine yol açacaktır.

Özellikle Keir Starmer ve Blaircilerin liderliğindeki İşçi Partisi derin bir toplumsal ve ekonomik kriz koşullarında iktidara gelirse, sarkaç şüphesiz gelecekte tekrar sola salınacaktır. Bu, İşçi Partisi'nin geçici olarak bastırılmış olan, ancak gelecekte kendilerini intikamla yeniden ortaya koyabilecek tüm iç çelişkilerini ortaya çıkaracaktır.

Bu, Enternasyonal Marksist Eğilim için ciddi olanaklar açacaktır. Her şey büyüme yeteneğimize bağlı. Ciddi bir büyüme artık mümkün. Biz hala şu anki durumda çok mütevazı bir faktörü temsil etsek de, Enternasyonal Marksist Eğilim’in İngiliz seksiyonu deneyimli bir kadro tabanına, gençler arasında güçlü bir temele, ulusal bir örgüte ve işçi hareketinde iyi bilinen bir gazeteye sahip.

Her halükarda, güçlerimiz Trotsky'nin 1930'larda Britanya'da sahip olduklarından çok daha fazla ve çok daha yüksek bir düzeye sahip. Doğru taktiklerle, büyüme imkanı oldukça yüksektir.

Ruh hali değişikliği

Uluslararası nitelik taşıyan mevcut kriz, geçmişteki krizlerden niteliksel olarak farklıdır. Son iki yılda, milyonlarca sıradan insan yavaş ama emin adımlarla çıkarımlara varıyor. Her yerde, görünüşteki sakinliğin yüzeyinin altında muazzam bir hoşnutsuzluk var. Kitleler öfke, kızgınlık, yakıcı bir adaletsizlik duygusu ve her şeyden önce dayanılmaz bir hayal kırıklığı tesirindeler.

Mevcut duruma müsamaha gösterilmemesi gerektiğini mırıldanmaktan başka çok az şey söylüyorlar. Mevcut toplumda bir şeylerin fena halde yanlış olduğu fikri hızla zemin kazanıyor. Kısa vadede, kural olarak, kurulu düzene karşı doğrudan eylemde bulunmaya henüz hazır değiller.

Er ya da geç, gerekli liderlik olsun ya da olmasın, kendi kaderlerini ellerine almak için harekete geçecekler. Bunun birçok örneğini zaten gördük. Geçtiğimiz yıllarda Şili, Sudan, Myanmar, Lübnan, Hong Kong ve daha fazlasında güçlü devrimci veya devrim öncesi hareketler gördük.

Bu listeye en son eklenen, bu yılın başında Kazakistan'da petrol işçilerinin artan akaryakıt fiyatlarına karşı protestolarıyla başlayan halk ayaklanması oldu. Bu bir uyarıydı. Bu isyana yol açan baskıların aynısı diğer birçok ülkede de mevcut.

Egemen sınıf tehlikenin farkında ve sermayenin stratejistleri gelecek yıl için karamsar tahminlerde bulunuyor. Bir süreliğine, işçilerin hareketliliği koronavirüs tarafından engellendi. Ancak şimdi sınıf mücadelesinin yeniden canlandığına dair işaretler var. Yükselen fiyatlar ve düşen yaşam standartları, grevlerin artması için bir teşvik görevi görüyor.

Egemen sınıfın pandemi sırasında sergilediği sinizm, açgözlülük ve kişisel çıkar açığa çıktıkça, ulusal birliğe yönelik demagojik çağrılar şüpheyle karşılanıyor. Sürekli birikmekte olan bir hayal kırıklığı ve öfke havası şimdi ön plana çıkıyor. Statükoya, mevcut hükümetlere ve liderlere verilen destek hızla düşüyor. Ancak bütün bunlar otomatik olarak başarılı bir sosyalist devrime yol açmaz.

Trotsky bir keresinde İspanyol Devrimi hakkında İspanyol işçilerinin iktidarı bir kez değil, 10 kez ele geçirebileceklerini söylemişti. Ancak yeterli liderlik olmadan en şiddetli grevlerin bile hiçbir şeyi çözmediğini de açıkladı.

Uzun bir devrim ve karşı-devrim dönemi

1920'ler ve 1930'lar ile bugünkü durum arasında pek çok paralellik var. Ancak önemli farklılıklar da var. İkinci Dünya Savaşı'ndan önce, devrim öncesi bir durum uzun süremezdi veya devrim ya da karşı-devrim (faşizm) yönündeki bir hareketle hızla çözülebilirdi.

Fakat artık durum böyle değil. Bir yandan, egemen sınıf, geçmişte var olan kitlesel toplumsal gericilik tabanından yoksundur. Öte yandan, işçi örgütlerinin eşi görülmemiş yozlaşması, proletaryanın iktidarı ele geçirmesini engelleyen sağlam bir bariyer görevi görüyor. Bu nedenle mevcut kriz uzun sürecektir. Gelgitlerle birlikte, tam olarak ne kadar sürdüğünü söylemek imkansız olsa da, birkaç yıl sürebilir.

Krizin uzun süreceğini söylediğimizde bu, krizin barışçıl ve sakin olacağı anlamına gelmez. Aksine! Yeniçağ tarihinin en çalkantılı ve rahatsız dönemine girdik. Kriz birbiri ardına ülkeleri etkileyecek. İşçi sınıfının iktidarı ele geçirmek için birçok fırsatı olacaktır.

Ani ve keskin değişiklikler, 24 saat içinde dönüşebilen durumlarda gizlidir. Aynı eski yöntemleri pasif bir şekilde kullanarak ve bize sunulan yeni fırsatlardan yararlanamayarak bir rutine düşme tehlikesi olduğunu dürüstçe kabul etmeliyiz.

Marksistler böyle dönemlerde en üst düzeyde enerji, kararlılık ve taktiksel esneklik göstermeli ve devrimci bir yöne doğru ilerleyen katmanlara cesurca uzanmalıdır.

Mevcut durum, kesin bir çözüm üretmeden birkaç yıl sürebilir. Ancak bu gecikme kötü bir şey değil. Aksine, bizim için bu durum son derece elverişlidir, çünkü bize zaman verir - tabii ki sonsuza kadar da vakti yok! Organizasyonumuzu inşa etmeli, güçlendirmeli, işçilerin ve gençlerin öncü üyelerini eğitmeli ve yetiştirmeliyiz.

Her yerde, düzene ve onun tüm kurumlarına yönelik bir hükümet krizi ve halkta giderek artan eleştirel bir ruh hali görülüyor. Bu, özellikle en ileri devrimci fikirlere en açık olan gençlik için geçerlidir.

Büyük öğrenme süreci başladı. Yavaş ilerliyor gibi görünebilir. Ancak tarih, birçok faktör tarafından belirlenen ve önceden fark edilmesi her zaman kolay olmayan kendi yasalarına göre ve kendi hızlarında hareket eder.

Gençler arasında komünizme doğru bir yakınlaşmanın ortaya çıktığına dair birçok rapor aldık. ABD'nin en güneyinin en muhafazakar kesimlerinde bile, kendilerini komünist olarak görmeye başlayan önemli radikal gençlik katmanları var.

Bu izole ve münferit bir olay değildir. Bunlar, toplumda çok önemli şeyin değişmekte olduğunu ve Marksistlerin bundan yararlanmanın bir yolunu bulması gerektiğini ortaya çıkaran temel belirtilerdir.

Enternasyonal Marksist Eğilim’i inşa edelim!

Gerçeklerle yüzleşmek zorundayız: öznel faktör, burada açıklamamıza gerek olmayan bir dizi nesnel faktör tarafından çok geriye atılmıştır. Enternasyonal Marksist Eğilim saflarında bu geriye atılmış faktörü tersine çevirebilecek unsurlar embriyonik olarak bulunmaktadır.

Ama bir embriyo hâlâ soyut bir potansiyeldir. Amacımızı gerçekleştirmek ve sınıf mücadelesinde gerçek bir güç haline gelmek için bu aşamanın ötesine geçmeliyiz.

Enternasyonal Marksist Eğilim etkileyici kazanımlar elde etti. Uzun zaman önce Marksizmi terk etmiş diğer tüm sözde sol gruplar her yerde kriz, bölünme ve çöküş içindeyken, tüm ülkelerde büyüyoruz.

İlerlemelerimiz, teoriye karşı uzlaşmaz tavrımız ve gençliğe odaklanmamız sayesinde mümkün oldu. Lenin'in dediği gibi: gençliğe sahip olanın geleceği vardır. Yine de, hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkacak muazzam zorluklarla yüzleşmeye henüz hazır olmadığımızı kabul etmeliyiz.

Devrimci bir örgütün, devrimci veya devrim öncesi bir durumdan tam olarak yararlanabilmesi için, en azından asgari düzeyde deneyimli kadrolara ve fonksiyonel bir örgüte sahip olması gerekir.

Öncü bir rol oynamaya can atan devrimci bir örgütün, işçi sınıfı tarafından fark edilebilmesi için belli bir büyüklüğe ihtiyacı vardır. Bu tür şeyler, olayların hararetinde kolayca doğaçlama yapılamaz veya inşa edilemez.

Son tahlilde, her şey büyümemize bağlı. Bu zaman alacak. Trotsky, Kasım 1931'de şöyle yazmıştı: "Mevcut dünya durumunda, zaman, hammaddelerin en değerlisidir." Bu sözler bugün tarihin herhangi bir döneminde olduğundan daha doğrudur.

Aciliyet duygusuyla devam etmeliyiz. Çünkü gücümüz önümüzdeki yılların zorluklarını göğüslemeye yetmezse önemli fırsatlar kaçırılmış olacaktır. Hazırlıklı olmalıyız! Sloganımız, büyük Fransız devrimci Danton'un sloganı olmalıdır:

"De l'audace, encore de l'audace, et toujours de l'audace!"

Cesaret, daha fazla cesaret, daima cesaret!

Londra, 1 Mart 2022