Marksizm Hakkındaki Mitler

Geçtiğimiz yirmi yılda, Marksizm’e ve onun devrimci mirasına karşı propagandalara tanık olmaktayız. Marksizm'in şekillendirilmiş bir karikatürü olan Stalinizm’in çöküşünden bu yana medya, üniversiteler, profesörler ve tarihçiler Marksizm’e karşı saldırıya geçmişlerdir. Marksizm ve sosyalizm hakkındaki en çok bilinen mitleri bu makalede inceliyoruz.

Sosyalizm ve demokrasi uyumsuz mudur?

Marksizm’e saldırmak için kullanılan en yaygın kaynaklar Sovyet Rusya’da, Doğu Avrupa’da, Çin’de, ve diğer yerlerdeki Stalinist rejimlerdir. Marksizmle ilgili bir çok yanlış anlaşılma Rus Bolşevikler tarafından gerçekleştirilen açıkça devrimci ilk işçi hükümetinin kurulmasıyla ilişkilendirilebilir. Bunun nedeni ise 1917 ekim devrimi sadece bir ‘darbe’ olarak anlatılması ve Marksizm’i Stalin’in suçlarından arındırmak için çaba harcanmamış olmasıdır

Stalinist rejimlerin toplumun üst kısmının oldukça büyük bir bürokratik sisteme sahip oldukları ve temel demokratik haklardan yoksun oldukları inkâr edilemez. Bu tür örnekler, sosyalizmin ve demokrasinin uyuşmazlığını göstermek için kullanılır.

Rus devrimini incelediğimizde, devrimin ardından toplumdaki gelişmeleri görüyoruz: eşcinselliğin ve kürtajın yasallaştırılması, sağlığın ve eğitimin ücretsiz hale getirilmesi, bilim ve kültürdeki büyük atılımlar, ve gelişen bir ekonomi.

Rus devrimin kazanımlarının birçoğu Stalin'e devredilse de totaliter rejime dönüşen bu süreç Marksizmin kaçınılmaz bir sonucu değildir. İzole ve ekonomik olarak geri bir ülkede sosyalist devlet kurmanın sonuçları Stalinism adlı makalede incelenmiştir.

Kapitalist sistemdeki demokrasinin de ne olduğuna da sorgulamalıyız. Ekonomik krizlere rağmen zenginlerin zenginleştiğini dünyada, toplumun ve ekonominin küçük bir azınlığın çıkarına olduğunu açıkça görüyoruz: bankacılar, sanayiciler, finansörler –yani diğer bir deyişle kapitalistler. Ekonomiyi kontrol ederek bu %1lik kesim, toplumdaki önemli kararlar konusunda gerçekten söz sahibi olan esas kişilerdir. Toplumun %99luk kısmının devletin nasıl yönetildiği konusunda az fikri vardır.

Bu nedenle, kapitalizm sermaye sınıfının diktatörlüğü olarak tanımlanabilir. Seçimle gelen parlamentolar ve konuşma özgürlüğü vs. bu durumu yalanlamaz, ancak ülkelerdeki devletin mülkiyet sahiplerinin ve iktidarın kalıcı olarak sürdürülmesi için var olduğunu gösterir. Basitçe, kapitalist toplumdaki devlet kapitalizmin ve kapitalizmden faydalananların devamlılığı için vardır.

Bu durumu, Avrupa’da seçilmiş hükümetlerin görevden alındığını ve "ulusal çıkarlar" -yani finansal piyasalar ve büyük iş yatırımcılarının çıkarları- adına Avrupa Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası tarafından empoze edilen teknokratların seçilmiş hükümetlerin yerine geçmesiyle anlayabiliriz. Yunanistan ve İspanya gibi bir çok şirketin kar edemediği için yatırım yapmadıkları milyonlarca parası ortada dururken, Avrupa’nın uyguladığı kemer sıkma politikası, tarihin en kötü diktatörlüklerinin bazılarına eşdeğer gerçek hayat dehşetlerine yol açmıştır.

Sermaye diktatörlüğünün tersine, Marx ve Lenin proletarya diktatörlüğü –yani toplumun işçi sınıfı tarafından yönetilmesi- hakkında yazdı. Proletaryayı ise kapitalist sistemin altında kazandıkları ücrete bağlı olarak hayatta kalma mücadelesi veren bir sınıf olarak tanımlamıştır. Sosyalist bir toplumda ise ekonomi sadece küçük bir azınlığın lehine değil, demokratik ve rasyonel bir üretim planı altında büyük bir çoğunluğun ihtiyaçları için oluşmuştur.

Sovyet Rusya örneği Marksizm’in, komünizmin, ve sosyalizmin “diktatörlük” gibi demokrasiye uyum sağlamayan fikirlerle bağdaşlaştırılmasına neden olmuştur. Bu derin bir yanlıştır. Marksistler demokratik haklar için en çok çalışanlardandır. Demokratik haklar insanların yaşam standartları için mücadelesindeki en önemli unsurlardandır. Örgütlenebilme hakkı işçilerin sendikalaşmasına ve devrimi organize edecek siyasal partilerin oluşumunu sağlayacaktır. Düşünce özgürlüğü devrimcilerin halkı devrimci fikirlerle tanıştırmasını sağlar. Bütün bu haklar aydın egemen sınıf tarafından değil, işçinin mücadelesiyle kazanılmıştır.

Fakat demokratik haklar kapitalizmin altında sadece legal veya geçici formaliteden ibarettir. Kapitalist sınıfın gücü elinde tutma çabası, kriz zamanlarında yani kapitalist sınıfın çıkarları tehdide uğradığında, işçinin kazandığı bütün hak ve reformlar kısıtlanmıştır. Kriz zamanı Avrupa’da seçilmemiş teknokratlar atanarak, kemer sıkma politikasının uygulanması kapitalist sistemdeki demokrasinin formaliteden ibadet olduğunun bir örneğidir.

Sosyalistler ise halkın demokratik haklarını kazanabilmesi için savaşırlar. Marksizm bu hakların kalıcılığını sağlamak ve gerçek bir demokrasi kurabilmek için yol gösterir. Son olarak, gerçek demokrasi sıradan insanların sadece geçinmek için 50-60 saat çalışmak zorunda kalması değil, siyasi faaliyetlere ve toplumun gelişimine dahil olmasıdır.

Marksizm şiddeti savunur mu?

Eğer Marksizm demokratik hakları savunuyorsa, neden devrim vahşi, kızıl terör ve kızıl ordu gibi kavramlar gelişmiştir?

Marksizm öncelikle barışçıl bir devrimi savunur. Ama Marksistler pasifizm yanlısı değildir ve önceki devrimler incelendiğinde devrimcilerin, kendi çıkarlarını korumaya çalışan eski iktidarlar tarafından vahşice bastırılmaya çalışıldığını gördük.

Bununla birlikte şiddetin lehine olduğumuz söylemi ikiyüzlü kapitalistlerin propagandasıdır. Devrimin şiddetle gerçekleşmiş olması nedeni ile Marksizmi şiddet yanlısı olarak suçlamak, kapitalizmin ne kadar vahşi bir sistem olduğunu görmezden gelmektir.Pakistan’da süresiz uçan insansız hava uçakları, Irak ve Afganistan’daki savaşlar ve daha bir çok örnek kapitalizmin ne kadar vahşi bir sistem olduğunu göstermektedir. 1970 ve 80’lerde Şili, Arjantin, Brezilya gibi ülkelerdeki vahşi diktatörlerinin hepsi Amerika tarafından desteklenmiştir.

Kapitalizmin getirdiği şiddetten daha büyük bir insanlık suçu olabilir mi? Birinci ve ikinci dünya savaşı –ya da kitlesel, endüstriyel katliam- farklı emperyalist güçler arasında, dünya pazarında yer alma arayışı nedeniyle yapılmıştır.

Cromwell, Jakobenler ve Amerikan Bağımsızlık savaşına ne demeli? Egemen burjuva sınıfı bugün, feodal beylerin hakimiyetini kırmak ve kendi rejimlerini kurmak için kullandıkları şiddetli yöntemleri çarpıtmak, reddetmek ve gizlemek için her türlü çabayı gösteriyor.

Son olarak, tarihteki ilk işçi devletini uygulamak amacıyla yapılan 1871 Paris Komününde on binlerce erkek, kadın ve çocuk katledildi ve binlerce kişi, sürgüne gönderildi.

Kapitalizm adına günümüzde ve tarihsel olarak yapılan tüm şiddete rağmen, kapitalistlerin günümüzde Ruh devrimine ve bolşeviklere attığı iftiranın tek nedeni kapitalizm tarihinde kölelerin ilk kez savaşı kazanmış olmasıdır.

Bütün bunları söylemiş olmamıza rağmen, ekim devrimi tarihteki en az kanlı devrimlerden biridir. Burjuvanın liberal demokrasiyi getirmek için Çar’a karşı yaptığı sözde kansız şubat devrimi çok daha kanlı geçmiştir.

Bolşevik devrimindense, Bolşevik devrimine karşı azınlığın yaptığı karşıdevrim çok daha kanlı geçmiştir. Rus devrimin hemen ardından Rus toplumunun zengin kesimleri, ekonomik sabotaj kampanyasını başlattı ve yeni işçi hükümetini yok etmek için askeri operasyonlar başlattı. Bu cinayet kampanyaları İngiltere, Fransa, Amerika ve nerdeyse diğer bütün kapitalist güçler tarafından 21 yabancı ordunun istilasıyla desteklendi. Karşıdevrim orduları hızlı ve acımasızdı. Sonuç olarak binlerce insan öldü.

Kapitalizm etkin midir?

Sosyalistlerin ahlaki bir seviyede yönlendirmeleri dışında sıklıkla sosyalizmin kapitalizmle karşılaştırmalı bir şekilde yetersizliğini ispatlamaya çalışan girişimler söz konusu. “Sosyalist” ülkelerin fakirlikleri – Mao’nun Çin’inden Castro’nun Küba’sına, Sovyetler Birliği’nden Kuzey Kore’ye kadar – kapitalizmin ötesinde bir hayat hayal etmek isteyen insanların önüne birer hayalet gibi dikiliyor. Bu argümanlarla ilgili ilk sorun bu ülkelerin sosyalist olarak nitelendirilmesi. Kesinlikle sosyalizmin önemli özellikleri Sovyetler Birliği’nde mevcuttu ve günümüzde Küba’da gözlemlenebiliyor. Fakat bunlar onların sağlıklı birer sosyalist ülke olmanın çok uzağında olduklarını değiştirmiyor. Gerçekten sosyalist olan bir ülkede ekonomi bürokratik bir grubun nazlanmasıyla tepeden inme bir şekilde planlanmazdı; bunun yerine işçilerin işyerlerindeki demokratik kontrolleri ve ulusal ve uluslararası seçilmiş temsilcilerinin iradesi üzerine temellendirilmiş aşağıdan yukarı bir model izlenirdi, böylece toplumun kaynaklarının nasıl kullanıldığı ve tahsis edildiği demokratik bir biçimde belirlenmiş olurdu. Herhangi bir şekilde Küba’yı gelişmiş kapitalist ülkelerle karşılaştırmak yanlış bir yöntem. Küba, gelişmiş kapitalist ülkelerin yıllar boyunca kendisi gibi kolonileri ezici bir şekilde sömürmüş olmalarının getirdiği yarar olmadan da zaten düşük bir ekonomik gelişme seviyesiyle başlamıştı. Daha uygun bir karşılaştırma kapitalizmin insanlara yapabilecekleri gösterme fırsatını bulmuş olduğu diğer Karayip adalarıyla olur – Haiti adının tam anlamıyla bir fakirlik ve çocukların Amerikan pazarı için çalışan Nike üretim yerlerinde sömürülmesiyle birlikte anılmasıyla bu durum için en uygun örnek.

Rus devrimi etrafındaki çok sayıda baskı altında, 1920'li yıllarda dejenere oldu. Başlangıçta inanılmaz genç ve sağlıklı Sovyetlere (işçilerin, askerlerin ve köylülerin yerel konseyleri) dayanan işçi demokrasisi, başında Stalin olan Komünist Parti bürokrasisinin ağırlıklı egemenliğine dönüştü.

Yine de, 20. yüzyılda "Komünist" dünyada yaşananlara bakılarak sosyalizmin sağladığı ilerlemeler görülebilir. Boğucu bürokrasisi, muhaliflerine vahşi acımasızlığı ve siyasal yörüngesinin bükülmesi ve dönmesi rağmen, Sovyetler Birliği, dünyaya, planlama eşliğinde gerekli malları üreterek ulusal bir endüstriye dayalı ekonominin üstünlüğünü kanıtlamayı başardı.

1917'de Rusya, feodalizmden henüz çıkmıştı. İlerleyen yıllar boyunca, yukarıda açıklanan olaylarla geriye doğru atıldı. Ancak II. Dünya Savaşı zamanında ulusal planlı ekonomi sayesinde Hitler'in ordularını yenmek mümkün oldu. Savaştan sonra Marshall Yardımı bile olmadan, Doğu Avrupa'nın tüm endüstrisi birkaç yıl içinde yeniden inşa edildi. 1950'li yıllara gelindiğinde, Stalinist ülkeler gelişmiş endüstriye sahiptiler ve bilim ve kültür alanında önemli ilerlemeler kaydettiler. SSCB bir erkeği ve bir kadını uzaya gönderen ilk ülke oldu.

Planlanan ekonominin, Stalin'in Rusya'sında ve Castro'nun Küba'sında bile, tam istihdam, her seviyede ücretsiz eğitim ve güçlü teknik gelişme sağlamaya gücü yetiyordu. Kapitalist güçler, depresyon'un darbesiyle sallanrken, Sovyetler Birliği'nin planlanan ekonomisi, yıllık % 20'den fazla büyüme oranını verdi, ağır sanayiler de bu dönemde% 400 oranında genişledi.

Tabii ki, bu gelişmelerin çoğunun dehşet verici insani bedelinin olması ve Stalinist dogmanın zamanın kültürel ve bilimsel deneylerine getirdiği çarpıklıklar unutulmamalıdır.

Elbette ki bunun tersi de, demokratik işçilerin kontrolünde sağlıklı planlı ekonomi ve bilimsel ve sosyal kalkınma ile tam özgürlük kazanılmasıdır. Sovyetler Birliğindeki (SSCB) dejenere sosyalizm modelindeki kusurların tümü göz önüne alındığında bile inanılmaz ilerlemeler kaydedildiği görülmektedir. Bu gerçekler göz önüne alındığında, sağlıklı bir işçi demokrasisi kurulması halinde gelişme imkânlarını görmek yalnızca hayal gücünün kullanılmasını gerektirir.

Bunu kapitalizm altındaki devasa atıklarla karşılaştırın. Üçüncü dünya üzerinde çöp dökülen dağlar, fosil yakıtların kullanılmasıyla bozulan dünya atmosferi ve askeri donanımdaki harcamalar.

Bize piyasanın "görünmez eli"nin kaynakları paylaştırmanın en etkili yolu olduğu söylendi. Ve yine de, tarihin şimdiye kadar gördüğü kapitalizmin krizini en büyük yaşıyoruz; İngiltere'deki ve ABD'deki en büyük şirketlerin banka hesaplarının sırasıyla 800 milyar ve 2 milyar avroluk bir nakit para biriktirdikleri bir kriz .

İnsan doğası nedir? Hepimiz doğuştan aç gözlü değil miyiz?

‘İnsan doğası’ olarak adlandırılan soru sosyalizme karşı en çok gündeme getirilen tartışmalardan biridir, fakat aynı zamanda da tartışmanın en kolay yöntemlerinden biridir.

Birçok kişi, insanların düşünme biçimlerinin her zaman aynı olduğunu düşünür ve biz daima şimdi yaptığımız gibi düşüneceğiz. Fakat birkaç örnek, hiçbir şeyin gerçeğin ötesinde olmadığını gösterecektir. Maddenin gerçekliği doğadaki tüm diğer şeyler gibi insan bilinci ve toplum daima değişim halindedir. Marx, "koşulların bilinci belirlediğini" açıkladı. Başka bir deyişle, sosyal ortamımız büyük oranda nasıl düşündüğümüzü belirler. Örneğin, binlerce yıl önce Çin'deki köylüler olarak doğmuş olsaydık, dünya görüşümüz çok farklı olurdu. Binlerce yıl önce Çin'de kraliyet ailesinden doğmuş olsaydık, köylülerden çok farklı bir bakış açısına sahip olurduk.

İnsanlar besin zincirinin zirvesine, birbirleriyle rekabet ederek ve birbirleri ile mücadele ederek değil, ancak işbirliği yoluyla ulaştılar. Sadece işbirliği yapan insanlar avlanma, barınak inşa etme ve sonuçta ekinler ve evcil hayvanlar yetiştirme gibi konularda işbirliği yaparak kaynaklarını bir araya getirebiliyorlardı.

Sadece bir insan bebeği örneğine bakın. Doğumdan birkaç dakika sonra ayağa kalkan ve koşabilen bir geyiğe kıyasla, genç insan yıllarca tamamen çaresizdir. Bebekler başkalarından yardım almadan birkaç gün bile yaşayamazlar. Bu bakımdan ilkel insanlar, vahşi hayvanlardan korunmak, sağ kalabilmek ve eterince yiyecek bulmak için işbirliği yapmaya ihtiyaç duymuştur. İnsan varlığının büyük bölümünde sınıflar yoktu ve insanlar küçük kabilelerde iş ve zenginlikleri herkesin yararına bölüştürerek toplu olarak yaşıyordu. İş ve zenginlik herkesi ilgilendirir.

Yüzeyel olarak , günümüzde hepimiz "bireyler" olarak görünsek de gerçek şudur ki dünya üzerindeki binlerce ve hatta milyonlarca insan diğer insanlara bağımlıdır. Herhangi bir kişi bir araba tasarlayabilir, madenleri ve gerekli metalleri işleyebilir, fabrikayı kurabilir ve bir araya bir araba getirerek araba yapabilir mi? Bu sorunu ortaya koymak bile saçma bir fikirdir. Ve onu çalıştırmak için benzin? Ya da sürmek için yollar? Yediğimiz yiyecekler için ne dersiniz? Liste uzayıp gidiyor - ve biz sadece yüzeyi çizdik. Kapitalizm altında neredeyse herkesin, dolaylı olarak, dünya piyasası ve mal değişimi yoluyla diğer herkesle bağlantılı olduğu açıktır.

Biz beraber çalışıyoruz ve beraber yaşıyoruz. Ancak birbirimizi öldürmememiz için 7/24 civarında bir polisimiz var mı? Birbirimizi öldürmek için ileriye koşuyor muyuz? Durum böyle olsaydı, o zaman hiçbir şey yapılmazdı ve birkaç gün içinde açlıktan ölürdük.

Öyleyse insanlar neden ‘hepimiz bireyleriz’ fikrine sahipler. Yine, Bu bilinci belirleme koşullarıdır. Marx ve Engels, herhangi bir toplumda baskın ideolojinin egemen sınıfın kendi olduğunu açıkladı; bugün, bu, kapitalistlerin ideolojisi anlamına geliyor - bir açgözlülük ve rekabet ideolojisi.

Burjuva sınıfı , düşünce tarzımızı etkilemek için elindeki tüm gücü kullanır. Eğitimimize , medyaya, dine rağmen biz kapitalist sistemin değerleri ile yetiştik, ki bu da öne çıkmanın tek yolunun rakibinize saldırma olduğunu belirtmektedir. Evsizler, açlık çekenler, savaşta öldürülenler vb. hakkında hiçbir şey düşünmeden büyütülüyoruz - ya da vicdanımız rahatlatmak için en fazla onlara dua etmemiz ya da küçük bir yardım yapmamız söyleniyor.

Bu "değerler" yalnızca ultra-zengin kapitalistlerden oluşan az sayıda insana fayda sağlar! Geri kalanımız, günlük hayatımızda, açgözlülük ideolojisinden hiçbir şey kazanmamaktadır. Çoğu kişinin istediği, barış, istikrar, iyi bir iş, iyi sağlık ve eğitim, aile ve sevdikleriniz için kapalı. Bu sadece bir şirketle bir başka arasındaki kişisel rekabette başarılı olan kapitalist bir sınıftır.

Kapitalist toplumun temel çelişkilerinden biri, toplumsal üretime sahip olduğumuzdur; yani, yukarıda verilen araba örneği gibi toplumsal olarak kullandığımız şeyleri üretmekle birlikte, özel olarak artı servet üretilmesidir. Diğer bir deyişle, servetimizi toplumsal olarak üretiriz, ancak kâr, küçük bir azınlığın eline geçer! Aslında bir fabrikada otomobil üretmeyi bilen binlerce işçi, kapitalist sınıfın yaptığı gibi nasıl ve ne üretileceğine, kazanılan fazladan servet ile ne yapılacağına karar vermeyecektir.

Sosyalistler, bu çelişkiyi, sosyal olarak üretilen zenginlik üzerinde toplumsal denetime sahip olarak sona erdirmek istiyorlar. Çalışanlar tarafından üretilen bu zenginlik, daha sonra daha iyi ücret, refah, sağlık, eğitim, güvenli koşullar, çalışma gününü azaltabilecek yeni teknoloji vb. sağlamak için kullanılabilir.

Bu ütopik bir fikir değildir. Bbunun için gerekli ön koşullar zaten bulunmaktadır. Bunun önündeki tek engel, kapitalist sınıfın politik ve ekonomik güce sahip olmasıdır. Dünya işçi sınıfının birliği sadece bu duruma son verebilir ve kapitalist sistemin korku, bozulma, yoksulluk ve istikrarsızlığını sona erdirebilir. Bundan sonra yepyeni bir dünya açılacaktır.

Açlığın, ihtiyacın, yoksulluğun, işsizliğin bulunmadığı bir dünyaya doğmuş bir bebek düşünün. Böyle radikal olarak farklı koşullarla, tamamen farklı bir bilinç düzeyine sahip olacaklar , dünyayı bizim bugün gördüğümüzden tamamen farklı bir şekilde göreceklerdir. Sosyalizmde insanlar, birbirleriyle satın alınacak ve satılacaklar birer mal olarak değil, insan olarak ilişkide bulunacaklardır.

Kapitalizmde yaşadığımız sorunların büyük bir çoğunluğunun nedeni kıtlıktır - kapitalist payını aldıktan sonra kalan diğerlerine yetecek kadar değildir. Doğadan örnek verirsek, 100 fare alıp onları 100 fareye yetecek miktarda ve biraz daha fazla yiyeceği kafese koyarsanız, uysal, güleryüzlü ve sosyal hayvanlara sahip olursunuz. Ancak eğer aynı 100 fareyi sadece 50 kişiye yetecek miktarda yiyecekle kafese koyarsanız, durumun canice ve açgözlülükle, bir şiddet ortamına ve kan dökülmesine yol açtığının göreceksiniz. Tabii ki, insanlar ve onların oluşturduğu toplum laboratuvardaki 100 fareden daha farklı ve daha karmaşıktır ancak bu örnek önemli bir noktayı göstermektedir.

Hepimizin bildiği gibi, kıtlığın büyük kısmı yapay olarak üretilmektedir. Kapitalizm altındaki sorun, çok az ürettiğimiz değil, ancak toplumun üretim kabiliyetini satın alma kabiliyetimini aştığını; üretimin satın alma gücünü aştığıdır. İnsanların satın alma gücünü aştığından mallar depolarda ve fabrikalarda boşta kalmaktadır. Marx'ın belirttiği gibi, kapitalizmdeki problem bolluk içinde bir yoksulluk sorunu olmasıdır.

Herşey gibi "İnsan doğası" sürekli bir değişim halindedir. Tüm zamanlar boyunca taş üzerine kurulduğunu kabul etmek, en basit analizi bile yapmamaktadır. İnsanlar, trajedileri, komedileri, şarkıları, şiirleri, tabloları, heykelleri ve sayısız sanatsal yaratıcılık ifadelerini yaratmışlardır; bunlar, değişen dünya görüşümüzün herhangi bir zamanda yansımasıdır. Bir sanat, bilim veya tarih müzesine adımınızı attığınızda, insanlığın değişen bilincinin grafiksel olarak tasvir edildiğini göreceksiniz. Marx'ın da açıkladığı gibi, "filozoflar dünyayı çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; ancak nokta, onu değiştirmektir". Ve bu değişen dünya ile düşünme tarzımız da değişecektir.