14. MARKSİZM ve DARVİNCİLİK

Darwin’in Tedriciliği

“Bazen denir ki, diyalektiğin hareket noktası, evriminkiyle aynıdır. Bu iki yöntemin temas noktaları bulunduğundan kuşku duyulamaz. Buna rağmen, bunlar arasında esaslı ve önemli bir fark da vardır, ki bu farkın evrim öğretisinin lehine olmaktan hayli uzak olduğu da itiraf edilmelidir. Modern evrimciler kendi öğretilerine hatırı sayılır bir muhafazakârlık katıp karıştırıyorlar. Ne doğada ne de tarihte herhangi bir sıçrama olmadığını kanıtlamak istiyorlar. Diğer taraftan diyalektik çok iyi bilir ki, hem doğada hem de insan düşüncesinde ve tarihte sıçramalar kaçınılmazdır. Ancak diyalektik, aynı kesintisiz sürecin, değişimin tüm evrelerinde işlemekte olduğu reddedilmez gerçeğinin de üstünden atlamaz. O yalnızca, tedrici değişimin kaçınılmaz olarak bir sıçramaya yol açmak durumunda olduğu koşullar dizisini açığa kavuşturmaya çalışır.”[1] (Plehanov)

Darwin evrimin ilerleyişini, düzenli adımlarla yürüyen tedrici bir süreç olarak ele aldı. Evrim sabit bir oranda ilerlemişti. Darwin, Linnaeus’un özdeyişine bağlıydı: “Doğa sıçramalar yapmaz.” Bu kavrayış bilim dünyasının her alanına yansıdı, en başta da tedriciliğin havarisi olan Darwin’in çömezi Charles Lyell tarafından jeoloji alanına. Darwin tedriciliğe o denli bağlıydı ki, tüm teorisini onun üzerine inşa etmişti. “Jeolojik kayıtlar son derece eksik” diyordu Darwin, “ve bu olgu, tüm nesli tükenmiş yaşam formları ile yaşayan yaşam formlarını en ince tedrici adımlarla birbirine bağlayan sonsuz çeşitlilikte türler bulamayışımızın nedenini büyük ölçüde açıklayacaktır. Jeolojik kayıtların tabiatına ilişkin bu görüşleri reddeden kimse benim tüm teorimi haklı olarak reddedecektir.” Bu Darvinci tedricilik, köklerini Viktorya dönemi toplumunun felsefi görüşlerinde bulur. Bu “evrim”den, tüm sıçramalar, ani değişimler ve devrimci dönüşümler elenmiştir. Bu anti-diyalektik bakış açısı, günümüze dek bilimin tepesinde sallanıp durdu. “Batı düşüncesinin derinlere kök salmış bir eğilimi, hepimizi, süreklilik ve tedrici değişim arayışına şartlandırır” diyor Gould.

Ne var ki bu görüşler ateşli bir tartışmaya yol açmıştır. Mevcut fosil kayıtları boşluklarla doludur. Bu kayıtlar uzun vadeli eğilimleri açığa vurur, fakat aynı zamanda oldukça kesik kesiktirler. Darwin, bu kesikliklerin kayıtlardaki boşluklardan kaynaklandığına inanmıştı. Kayıp parçalar bir kez keşfedildiğinde, doğal dünyanın tedrici düzgün bir evrimi açığa çıkmış olacaktı. Acaba öyle mi? Tedricilik yaklaşımına karşı palaeontolog Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould, fosil kayıtlarının düşünüldüğü kadar tamamlanmamış olmadığını öneren ve kesintili denge olarak adlandırılan bir evrim teorisi ortaya attılar. Boşluklar gerçekte olan biteni, yani evrimin, uzun sakin ve tedrici gelişme dönemleriyle kesilen, sıçramalar ve atlamalarla işlediğini yansıtıyor olabilirdi.

“Yaşamın tarihi bir gelişim sürekliliği değildir, tersine kısa ve kimi zaman jeolojik açıdan ani, kitlesel tükeniş ve bunu takip eden çeşitlenme dönemleriyle kesiklilikler gösteren bir tarihtir” der Gould. Tedrici bir değişimden ziyade, “modern çok hücreli hayvanların fosil kayıtlarında ilk belirişi yaklaşık 570 milyon yıl öncedir ve bu uzun bir kreşendoyla değil bir patlamayla kendisini gösterir. Bu «Kambriyen patlama», modern hayvanların neredeyse tüm büyük gruplarının ortaya çıkışını (en azından doğrudan kanıt olarak) müjdeler; ve tüm bunlar, jeolojik olarak bakarsak, birkaç milyon yıllık küçücük bir zaman diliminde gerçekleşir.”[2]

Gould aynı zamanda, jeolojik zaman dilimlerinin sınırlarının, canlıların evrimindeki dönüm noktalarıyla çakıştığına da işaret ediyor. Evrimin bu şekilde kavranılması Marksist görüşe çok yakındır. Evrim, aşağıdan yukarıya düzgün, tedrici bir hareket değildir. Evrim birikmiş değişikliklerin nitel bir değişiklik biçiminde patlaması sayesinde, devrimler ve dönüşümler sayesinde gerçekleşir. Neredeyse yüz yıl önce Marksist Georgi Plehanov, evrimin tedrici kavranılışına karşı polemik yürütmüştü:

Alman idealist felsefesi, böylesine şekilsiz bir evrim anlayışına karşı kararlı biçimde başkaldırdı. Hegel onunla acımasızca alay etti ve hem doğada hem insan toplumunda, bir evrim aşamasının oluşumunda, sıçramaların da tedrici nicel değişimler kadar özsel olduğunu çürütülmez biçimde gösterdi. “Varlıktaki değişimler” der, “yalnızca, bir niceliğin bir başka niceliğe geçişinden değil, aynı zamanda niteliğin de bir başka niteliğe geçişinden –ve tersi– oluşur. Bu sonuncu tipteki her geçiş, tedricilikteki bir kesikliği temsil eder ve olguya, bir öncekinden nitel olarak farklı yeni bir görünüm verir.”[3]

“Evrim” ve “devrim” aynı sürecin iki yanıdır. Tedriciliği reddetmekle Gould ve Eldredge evrime alternatif bir açıklama getirme arayışına girdiler, ve diyalektik materyalizmden etkilendiler. Gould’un “Kesintili denge”ye ilişkin makalesi, tarihin materyalist kavranılışıyla paralellikler sunar. Doğal seleksiyon teorisi, türlerin, yaptıkları şeyi nasıl daha iyi hale getirdiklerini iyi açıklamakla beraber, yeni türlerin oluşumu konusunda yetersiz bir açıklama getirir. Fosil kayıtları, altı büyük kitlesel tükenişi gösteriyor; ilk ikisi, Kambriyen zamanın başında ve sonunda (sırasıyla 600 milyon ve 500 milyon yıl önce), diğerleri de Devonyen (345 milyon yıl önce), Permiyen (225 milyon yıl önce), Triyas (180 milyon yıl önce) ve Kretas (63 milyon yıl önce) zamanların sonunda. Bu olguyu açıklamak için nitel olarak yeni bir yaklaşıma ihtiyaç vardır.

Yeni bir türün evrimi, bu yeni türün üyelerinin, bir başka türün üyeleriyle değil de birbirleriyle üreyebileceği bir genetik bileşimin evrilmesiyle belirlenir. Yeni türler, soy kütüklerinden dallara ayrılarak ortaya çıkarlar. Yani Darwin’in açıkladığı gibi, bir tür diğer başka bir türden gelir. Hayat ağacı, soy kütüğünde birden çok türün kökeninin bulunabileceğini gösterir. İnsanlar ve şempanzeler farklı türlerdir, fakat nesli tükenmiş bir ortak ataya sahiptirler. Bir türün bir diğer türe dönüşümü, iki istikrarlı tür arasında hızla gerçekleşir. Ama bu dönüşüm, bir ya da iki kuşakta değil, muhtemelen yüzlerce ve binlerce yıl içerisinde gerçekleşir. Gould’un yorumladığı gibi: “Bu süre, bizlerin yaşamları çerçevesinde çok uzun bir süre olarak görünebilir, ama aslında jeolojik açıdan yalnızca bir andır... Eğer türler yüzlerce ya da binlerce yılda ortaya çıkıyor ve ardından da birkaç milyon yıl büyük ölçüde değişmeksizin hayatta kalıyorlarsa, onların ortaya çıkış dönemi, toplam varoluş sürelerinin yüzde birlik küçük bir kısmı kadardır.

Bu değişimin anahtarı coğrafi ayrılışta yatar, küçük bir topluluk kendi çevresindeki ana topluluktan ayrı düşer. Alopatrik* olarak adlandırılan bu türleşme biçimi, hızlı bir evrimin gerçekleşmesini mümkün kılar. Ata tür ayrılır ayrılmaz, gruplar arası üreme sona erer. Bütün genetik değişiklikler ayrı ayrı gelişir. Ne var ki, daha küçük olan toplulukta, genetik değişiklikler, atasal gruba kıyasla çok daha hızlı bir şekilde yayılabilir. Buna, değişen iklimsel ve coğrafi etkenlere yanıt olarak doğal seleksiyon neden olabilir. İki topluluk birbirinden uzaklaştıkça, sonunda iki farklı türün oluştuğu bir noktaya gelinir. Nicel değişimler nitel bir dönüşüme yol açmıştır. Gelecekte tekrar karşılaşsalar bile artık birbirlerinden genetik olarak o denli uzaklaşmıştırlar ki, başarılı olarak üreyemezler; doğuracakları döller ya hastalıklı ya da kısır olacaktır. Sonuçta, aynı yaşam yolundaki benzer türler birbirleriyle rekabet etme eğiliminde olacaklar ve bu da neticede bu rekabette daha başarısız olanın neslinin tükenmesine yol açacaktır.

Engels’in yorumladığı gibi: “gerek bireylerin gerek türlerin farklılaşma yoluyla organik gelişme süreci, akılcı diyalektiğin en çarpıcı testidir.” Yine,

Fizyoloji ne kadar gelişirse, bu ardı arkası kesilmeyen sonsuz küçük değişikliklerin ve dolayısıyla özdeşlik içindeki farklılığın öneminin hesaba katılması da o kadar önem kazanır ve organik bir varlığın kendi kendisiyle özdeş, değişmez bir şey olarak ele alınması gerektiğini savunan biçimsel özdeşliğin eski soyut bakış açısı gününü doldurur.

Engels daha sonra şu sonuca varır:

Eğer orada uyum sağlamış bireyler hayatta kalıyorsa ve sürekli artan bir uyumla yeni bir türe doğru gelişiyorsa, öte yandan daha kararlı diğer bireyler ve onlarla birlikte kusurlu ara aşamalar giderek yok oluyor ve sonunda ortadan kalkıyorsa, o takdirde bu süreç Maltusçuluk olmaksızın da ilerleyebi­lir ve ilerler, ve eğer Maltusçuluk olsa bile bu durum süreci değiştirmez, olsa olsa hızlandırabilir.[4]

Gould haklı olarak, kesintili denge teorisinin Darvinciliğin temel ilkesiyle, yani doğal seleksiyonla çelişki içinde olmadığını, tersine Darvinciliği zenginleştirmekte ve güçlendirmekte olduğunu belirtiyor. Kör Saatçi adlı kitabında Richard Dawkins, Gould ve Eldredge’nin doğadaki diyalektik değişimi tanımalarını küçümsemeye kalkar. Dawkins, “gerçek” Darvinci tedricilik ile “kesintili denge” arasında çok az bir fark olduğunu söyler: “Kesintili denge teorisi, her ne kadar göreli kısa tedrici evrim patlamalarının arasına giren uzun denge dönemlerini vurgulasa bile, yine de tedricilik yanlısı bir teoridir. Gould, retoriksel vurgularıyla kendi kendini yanıltmıştır…” Ardından Dawkins şu sonuca varıyor: “Aslında, hepsi «tedricilik yanlısı»dır.”

Dawkins, kesintili dengecileri Darwin’e saldırmakla ve onu yanlış tanıtmakla eleştirir. Darwin’in tedriciliğini kendi bağlamı içinde –yaratılışçılığa bir saldırı olarak– görmemiz gerektiğini belirtir. “Kesintili dengeciler, bu durumda, aslında Darwin ya da herhangi bir Darvinci kadar tedricilik yanlısıdırlar; yaptıkları tek şey tedrici evrimin hamleleri arasına uzun durgunluk dönemleri sokmaktır.” Fakat bu tâli bir farklılık değil, tersine meselenin özüdür. Darvinciliğin zayıflığını eleştirmek, onun eşsiz katkısını zayıflatmak değil, onu gerçek değişim anlayışıyla sentezlemektir. Doğal evrimin açıklanmasına Darwin’in yaptığı tarihi katkının bütünüyle tamamlanabilmesi ancak bu şekilde mümkün olur. Gould’un haklı olarak belirttiği gibi, “Modern evrim teorisi tedrici değişimi gerektirmez. Aslında, Darvinci süreçlerin işleyişi fosil kayıtlarında gördüğümüz şeye boyun eğmek zorundadır. Reddetmemiz gereken şey tedriciliktir, Darvincilik değil.[5]

İlerleme Yok mu?

Gould’un argümanının temel dürtüsü kuşkusuz doğrudur. Asıl sorunlu olan nokta, evrimin içsel bir ilerleyiş üzerinden hareket etmediği düşüncesidir:

Artan çeşitlilik ve çoklu geçişler, daha yüksek varlıklara yönelen kararlı ve karşı konulmaz bir ilerlemenin yansıması gibi görünebilir. Ancak fosil kayıtları böyle bir yorumu desteklemez. Organik tasarımın daha yüksek gelişiminde düzenli bir ilerleme yoktur. Bunun yerine, uzun süren değişmezlik ya da çok az değişme dönemleri, bir de bütün sistemi yaratan bir evrimsel patlama olmuştur. Yaşam tarihinin ilk üçte iki ilâ altıda beşlik kısmında, dünyada yalnızca moneralar yaşamıştır, ve “daha düşük” prokaryotlardan “daha yüksek” prokaryotlara giden hiçbir düzenli ilerleme kaydına rastlanmaz. Benzer şekilde, Kambriyen patlama biyosferimizi doldurduğundan bu yana, temel tasarımlara hiçbir ekleme olmamıştır (az sayıda tasarım içindeki –örneğin omurgalılar ve damarlı bitkiler gibi– sınırlı gelişmelerden bahsedebilsek bile). [6]

Gould, özellikle Harika Yaşam adlı kitabında, hayvan fila (temel vücut düzenleri) sayısının, “Kambriyen patlama”dan hemen sonra, günümüzdekinden daha çok olduğunu iddia eder. Çeşitliliğin artmadığını ve evrimde uzun dönemli eğilimler bulunmadığını, zeki yaşamın evriminin tesadüfi olduğunu söyler.

Bu noktada Eric Lerner’in Gould’a yönelttiği eleştiri bize doğru görünüyor:

Yalnızca, özel bir türün evrimine yol açan beklenmedik olaylar ile evrimde uzun dönemli bir eğilim –daha yetkin bir uyuma ya da zekâya doğru ilerleme eğilimi gibi– arasında muazzam bir farkın bulunması değil, Gould’un kendi davasını dayandırdığı olgular da böylesi bir eğilimin örneğinden başka bir şey değildir! Zamanla, evrim, gelişmenin özgül tarzları üzerinde giderek daha fazla yoğunlaşmaya yöneldi. Neredeyse tüm kimyasal elementler on milyar yıl ya da daha uzun bir süre önce varoldular. Yaşam açısından hayati önem taşıyan bileşik tipleri –DNA, RNA, proteinler vesaire– dört milyar yıl kadar önce yeryüzünde mevcuttular. Temel yaşam âlemleri iki milyar yıldır varlıklarını sürdürüyorlar; bu süre içinde tek bir yeni âleme bile rastlanmaz. Gould’un gösterdiği gibi, ana fila, altı yüz milyon yıldır ve ana sınıflar (daha düşük bir gruplaşma) dört yüz milyon yıldır mevcuttur.

Evrim hızlandıkça, giderek daha özgül hale geldi ve dünya tek bir türün, bizim türümüzün toplumsal evrimi tarafından dönüştürüldü. Evrimci teoriye büyük katkısına rağmen Gould’un ideolojik olarak kararlı bir şekilde gözardı ettiği uzun dönemli eğilim tipi tam da budur. Ama yine de, tıpkı zekâya doğru bir eğilimde olduğu gibi, böyle bir eğilim vardır.[7]

Evrimin, daha aşağı organizmalardan daha yüksek olanlara doğru, en karmaşık görevleri yerine getirebilen büyük beyinli insan varlığına yol açarak, daha büyük bir karmaşıklıkla sonuçlanması, onun ilerici karakterinin kanıtıdır. Gould’un haklı olarak iddia ettiği gibi, bu, evrimin lineer şekilde yükselen bir çizgi üzerinde gerçekleştiği anlamına gelmez; evrimin genel ilerleyişi içerisinde, kopuşlar, gerilemeler ve duraklamalar vardır. Doğal seleksiyon, çevresel değişikliklere (yerel karakterde de olsa) yanıt olarak gerçekleşse bile, yine de daha büyük bir karmaşıklığa sahip yaşam formlarına yol açmıştır. Belli türler kendi çevrelerine uyum sağlamışlar ve bu biçimleriyle milyonlarca yıl varolagelmişlerdir. Diğer türlerse, daha gelişmiş örneklerle girdikleri rekabeti kaybetmiş ve soyları tükenmiştir. Geçen 3,5 milyar yıllık yaşamın evriminin kanıtıdır bu.

Evrimde ilerleme düşüncesini Gould’un ısrarlı bir biçimde reddetmesi, katı bilimsel nedenlerden çok, toplumsal ve politik nedenlerden ötürüdür. Gould bilmektedir ki, evrimci ilerleme ve “daha yüksek türler” düşüncesi, ırkçılık ve emperyalizmi haklı göstermek için geçmişte sistematik bir biçimde kötüye kullanılmıştır; beyaz adamın sözümona üstünlüğünün, Avrupa uluslarına, Afrika ve Asya’daki “kural tanımaz daha aşağı türlerin” topraklarına ve zenginliklerini ele geçirme hakkını verdiği varsayılıyordu. 1940’lar gibi geç bir tarihe kadar saygın bilim adamları hâlâ, beyaz adamın en üstte olduğu ve zenci ve diğer “ırkların” bundan ayrı ve daha aşağılardaki dallarda, goril ve şempanzelerin biraz üstünde yer aldığı “evrim ağaçları” yayınlıyorlardı. Evrimde ilerleme kavramını “zararlı” bularak reddetmesi konusunda kendisine soru sorulduğunda, Gould, haklılığını aşağıdaki şekilde kanıtlamaya çalışmıştı:

“İlerleme içsel olarak ve mantıksal olarak zararlı değildir” diye yanıtladı. “Batının kültürel gelenekleri bağlamında zararlıdır.” On yedinci yüzyıla kadar uzanan kökleriyle, merkezi bir toplumsal etik olan ilerleme, sanayi devrimi ve Viktorya yayılmacılığıyla on dokuzuncu yüzyılda zirvesine ulaşmıştır, diye açıklıyor Steve. İster askeri cürümlerle olsun ister kirlilik nedeniyle olsun, son onyıllardaki kendi kendini yok etme korkusu, Viktorya ve Edward dönemlerinin ebedi iyimserliğini köreltmiştir. Bununla birlikte, bilimsel keşiflerin ve ekonomik büyümenin varsayılan amansız ilerleyişi, ilerlemenin tarihin iyi ve doğal bir parçası olduğu fikrini beslemeye devam ediyor. “İlerleme, tarihsel ardışıklığın açıklanışında egemen öğreti olmuştur” diyor ve sürdürüyor Steve, “ve evrim tüm bunların en görkemli tarihi olduğundan, ilerleme kavramı derhal ona naklediliyor. Bu yaklaşımın bazı sonuçlarının farkındasınız.”[8]

Böylesi cahil ve gerici saçmalıklara Gould’un gösterdiği tepkiye sempatiyle bakılabilir. “İlerleme” gibi terimlerin, evrime uygulandığında sağlam bir bilimsel bakış açısından ideal olmayabilecekleri de doğrudur. Teleolojik bir yaklaşımı içerme riski, yani doğanın bir Yaratıcı tarafından ayrıntılı olarak geliştirilen, önceden yapılmış bir plana göre işlediği anlayışına yol açma riski her zaman vardır. Ama alışıldığı üzere, gösterilen tepki öteki uca savrulmuştur. Eğer ilerleme sözcüğü yetersizse, yerine, örneğin karmaşıklık sözcüğü konulabilirdi. İlk tek hücreli hayvanlardan bugüne gelinceye dek, canlı organizmalarda gerçek bir gelişmenin olduğu yadsınabilir mi?

Geçen 3,5 milyar yıllık evrimin yalnızca değişim değil, aynı zamanda, basit formlardan daha karmaşık canlı sistemlere geçen gerçek bir gelişim anlamına geldiğini kabul etmek için, insanı evrimin en yüksek noktası olarak gören eski tek yanlı bakış açısına geri dönmek gerekmiyor. Fosil kayıtları bunun tanığıdır. Örneğin, yaklaşık olarak 230 milyon yıl önce, memelilerin sürüngenlerden evrilmesiyle birlikte ortalama beyin boyutlarındaki dramatik artış. Aynı şekilde, insanların ortaya çıkmasıyla beyin boyutlarında nitel bir sıçrama olmuştur ve bu da düzgün bir nicel süreç olarak değil, bir dizi sıçrama olarak gerçekleşmiştir; Homo habilis, Homo erectus, Homo neanderthalensis ve nihayet, belirleyici dönüm noktasını temsil eden Homo sapiens.

Evrimin kendi sınırlarına ulaştığını ya da insanoğlunun daha fazla gelişme göstermeyeceğini kabul etmek için hiçbir sebep yoktur. Evrim süreci, mutlaka geçmiştekiyle aynı biçimlere bürünmek zorunda olmasa da, devam edecektir. Genetik mühendislik de dahil, toplumsal çevredeki esaslı değişiklikler, tarihte ilk kez insanoğluna kendi evrimini en azından belli ölçülerde belirleme olanağını sunarak, doğal seleksiyon sürecini değiştirebilir. Bu durum, insanın gelişiminde tümüyle yeni bir sayfa açacaktır, özellikle de piyasa güçlerinin kör dövüşünün ve hayatta kalmak için verilen hayvanca bir mücadelenin değil, insanların özgür ve bilinçli kararlarının kılavuzluk ettiği bir toplumda.

Marksizm ve Darvincilik

“Marksist öğretinin desteklediği değerler, günümüz şartlarına dönük bilimsel bir yaklaşımdan doğan değerlere neredeyse tamamen karşıttırlar.” (Roger Sperry, 1981 Nobel Tıp Ödülünün sahibi)

“Kilise, kaosun açtığı gediklere, yirminci yüzyılın İlerleme tanrılarına ve materyalist bir dünya görüşüne karşı duruyor... Biyolojik kökenlerin evrimci açıklanışı ister benimsensin ister benimsenmesin, Yaratılış her zamankinden daha doğru görünüyor.” (Blackmore ve Page, Evrim: Büyük Tartışma)

Marx ve Engels, diyalektik materyalizm yöntemini kullanarak, tarihe ve genel olarak toplumların gelişimine hükmeden yasaları keşfedebilmişlerdi. Benzer bir yöntemi bilinçsiz olarak kullanan Charles Darwin de, bitkilerin ve hayvanların evrim yasalarının üstündeki örtüyü kaldırıp atabilmişti. “Darwin kendi doğa yorumuna tutarlı bir materyalizm felsefesini uyguladı” der paleontolog Stephen Jay Gould. “Madde tüm varoluşun temelidir; akıl, ruh ve Tanrı da, aslında sinirsel karmaşıklığın harikulâde sonuçlarını ifade eden sözcüklerdir yalnızca.”

Charles Darwin’in evrim teorisi doğal dünyaya bakış açımızı devrimcileştirdi. Ondan önce bilimciler arasındaki egemen görüş, doğada kendine has birtakım işlevler üstlenmek üzere Tanrı tarafından yaratılmış bulunan türlerin değişmez olduğu şeklindeydi. Bazıları evrim fikrini mistik bir biçimde, yani Yüce Varlığın belirleyici müdahalesine açık kapı bırakan yaşamsal güçler tarafından yönlendirilen bir evrim biçiminde kabul etmişlerdi. Darwin, idealist bakış açısıyla kesin bir kopuş sergiler. İlk kez, tek başına olmasa da esasen doğal seleksiyon süreci sayesinde evrim, türlerin, milyarlarca yıl içerisinde, tek hücreli organizmalardan, bizimki de dahil hayvan yaşamının en karmaşık formlarına nasıl değişip geliştiğinin bir açıklamasını sundu. Darwin’in devrimci katkısı, değişimi ortaya çıkaran mekanizmayı keşfetmesi ve böylelikle de evrimi sağlam bir bilimsel temele yerleştirmesi idi.

Bu noktada Marx ve Engels’in toplumsal bilimler alanında oynadığı rol ile kaba bir analoji kurulabilir. Onlardan çok önceleri, başkaları da sınıf mücadelesinin varlığını kavramışlardı. Ama Marx Emek Değer Teorisini çözümleyene ve tarihsel materyalizmi geliştirene kadar, bu olguyu bilimsel bir açıklamayla donatmak mümkün değildi. Marx ve Engels, doğaya uygulandığında kendi görüşlerinin doğrulanışını sunan Darwin’in teorisine coşkulu bir destek verdiler. 16 Ocak 1861’de Marx, Lassalle’a şunları yazmıştı:

Darwin’in kitabı çok önemli ve tarihteki sınıf savaşımı açısından doğal bir bilimsel temel olarak işime yarıyor. İngilizlerin kaba tartışma yöntemine katlanılmalı kuşkusuz. Tüm eksikliklerine rağmen, kitap yalnızca doğa bilimlerindeki “teleolojiye” ilk kez ölümcül bir darbe indirmekle kalmıyor, aynı zamanda onun rasyonel anlamını da ampirik olarak açıklıyor.

Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabı 1859’da çıktı, aynı yıl Marx, tarihin materyalist kavranılışının çerçevesini tam olarak çizdiği Politik Ekonominin Eleştirisine Giriş’i yayınladı. Darwin doğal seleksiyon teorisini yirmi yıl önce geliştirmişti, ama materyalist görüşlerine gelecek tepkiden koktuğu için kitabını yayınlamaktan kaçındı. Hatta daha sonra da, “insanın kökenine ve tarihine ışık tutulacağı” cümlesiyle yalnızca insanın kökenlerine atıfta bulunmuştu. Düşüncelerini artık saklayamaz hale gelince, 1871’de İnsanın Türeyişi adlı kitabını yayınladı. Darwin, böyle kaygı verici fikirleri “Paris göklerinin Komünün kışkırtıcı alevleriyle kızıla boyandığı bir sırada” yayınlamasından ötürü azarlandı. Yaratılışçılığı açıkça reddetmiş olmasına rağmen, din sorunundan özenle kaçındı. 1880’de şunları yazmıştı:

Bana (doğru ya da yanlış) öyle geliyor ki, Hıristiyanlığa ve Tanrıcılığa karşı yürütülen dolaysız tartışmaların halk üzerinde hemen hemen hiçbir etkisi olmuyor. Düşünce özgürlüğünün yaygınlaşmasının en etkili yolu, insan aklının bilimin ilerlemesini izleyerek adım adım aydınlanması olacaktır. Bu nedenle din hakkında yazmaktan her zaman kaçındım ve kendimi hep bilimle sınırladım.

Darwin’in materyalist doğa anlayışı, bilimsel bir evrim görüşü sunan devrimci bir kopuştu. Ne var ki, Marx hiçbir şekilde Darwin’i eleştirmemezlik etmedi. Özellikle onun “kaba İngiliz yöntemini” eleştirdi ve Darwin’in eksikliklerinin, Adam Smith ve Malthus’tan etkilenişine nasıl bağlı olduğunu gösterdi. Kesin bir felsefi bakış açısından yoksun olan Darwin kaçınılmaz olarak dönemin egemen ideolojisinin etkisi altına girmişti. Viktorya döneminin İngiliz orta sınıfı, çok para kazanma ve “hayatta ilerleme” yeteneğine sahip pratik insanlar olmakla övünürdü. Doğal seleksiyonun bir tanımı olarak “en uygun olanın hayatta kalması”, ilk önce Darwin tarafından değil, 1864’te Herbert Spencer tarafından kullanılmıştı. Darwin, Spencer’ın kullandığı anlamda ilerlemeyle –“uygun olmayanın” elenmesine dayalı insan ilerleyişi– ilgilenmemişti ve bu ifadeyi benimsemek akılsızcaydı. Aynı şekilde, “hayatta kalma mücadelesi” ifadesi Darwin tarafından bir metafor olarak kullanılmıştı, ama bu ifade de Darwin’in teorilerini kendi çıkarları için kullanan muhafazakârlar tarafından çarpıtıldı. Toplumsal Darvinciler, “en uygun olanın hayatta kalması” ve “hayatta kalma mücadelesi” gibi en popüler Darvinci sloganların topluma uygulanması durumunda, doğanın rekabete dayalı bir ortamda en iyi rekabet edenlerin kazanmasını sağlayacağını, ve bu sürecin sürekli bir ilerlemeye yol açacağını iddia ettiler. Bunu da, toplumsal süreçleri iyileştirmeye dönük tüm çabaların, düzelmezi düzeltme çabası olduğu, ve doğanın hikmetine müdahale edildikçe, bunun ancak yozlaşmaya yol açabileceği düşüncesi izledi. Dobzhansky’nin söylediği gibi:

Doğanın “dişi ve pençesi kanlı” olduğundan, yoksula, zayıf olanlara ve genel olarak uygun olmayanlara, zenginler, güçlüler ve uygun olanlar kadar rahat içinde olacakları bir noktaya dek yardım ederek doğanın amaçlarına duygularımızın karışmasına izin vermek büyük bir hata olurdu. Doğanın egemenliğine izin vermek, sonuçta en büyük çıkarı beraberinde getirecektir. “Tüm doğayı istilâ eden katı bir disiplinin işbaşında olduğunu görebiliriz, çok nazik olmaktan ziyade bir parça kaba bir disiplin” diye yazıyordu Herbert Spencer. [9]

Darwin ve Malthus

“Nüfus, başıboş bırakıldığında, geometrik bir oranda artar. Geçim araçları ise ancak aritmetik oranda.” (Thomas Robert Malthus, Nüfus İlkesi)

Adam Smith’in laissez faire* ekonomisi, Darwin’e doğal seleksiyonun içyüzünü kavrama fırsatı vermiş olabilir, ama Engles’in dediği gibi: “Darwin iktisatçıların en üstün tarihsel başarı olarak kutsadıkları serbest rekabetin, varoluş mücadelesinin, hayvanlar âleminin normal durumu olduğunu gösterdiğinde, insanlık hakkında ve özellikle de kendi yurttaşları hakkında ne acı bir hiciv kaleme aldığını bilmiyordu.[10] Darwin, Malthus’un 1798’de kaleme aldığı Nüfus Üzerine Deneme’den ilham almıştı. Bu teori, kıtlık, savaş, hastalık ya da zor aracılığıyla dizginlenmedikçe, nüfusun geometrik olarak, besin kaynaklarınınsa aritmetik olarak arttığını gösterme iddiasındadır. Bunun yanlış olduğu ortaya çıkmıştır.

Spencer’ın tersine Darwin, “uygunluğu” yalnızca verili bir çevreye göre kavramıştı, mutlak bir kusursuzluk ölçeği olarak değil. Aslında Darwin’in adıyla anılan her iki terim de, “evrim” ve “en uygun olanın hayatta kalması”, Kökenler’in ilk baskılarında mevcuttur. Darwin bu eserinde kilit düşüncelerini “değişkenlik” ve “doğal seleksiyon” sözcükleriyle ifade etmişti. Marx, 18 Haziran 1862’de Engels’e şunları yazıyordu:

Yeniden gözden geçirdiğim Darwin, “Maltusçu” teoriyi hayvanlar ve bitkiler dünyasına da uyguladığını söyleyerek beni çok eğlendiriyor, sanki Bay Malthus’un tek sorunlu tarafı, teoriyi bitkiler ve hayvanlara değil de yalnızca insanlara –ve bitkilerle hayvanların tersine geometrik bir diziyle– uygulamasıymış gibi.

Engels de Darwin’in kaba tasvirini ya da jargonunu reddediyor ve şöyle diyordu:

Darwin’in hatası, “doğal seleksiyon” ya da “en uygun olanın hayatta kalması”nda, mutlak olarak ayrı iki şeyi bir araya koymasında yatmaktadır.

  1. Aşırı nüfus basıncıyla seleksiyon; ki burada başta belki en güçlü olanlar hayatta kalırlar, ama en güçsüz olanlar da birçok bakımdan hayatta kalabilirler.
  2. Değişen koşullara daha büyük uyum yeteneğiyle seleksiyon; ki burada hayatta kalanlar bu koşullara daha iyi uyum sağlarlar, ama bu uyum bir bütün olarak ilerleme kadar gerileme anlamına da gelebilir (asalak bir yaşama uyum gösterme daima gerilemedir).
Esas nokta: Organik evrimde her ilerleme, tek yönlü evrimi sabitleştirmek ve diğer birçok doğrultuda evrimi dışlamak suretiyle, aynı zamanda bir gerilemedir. Ne var ki bu temel bir yasadır.[11]

Açıktır ki, kıtlığın olduğu ya da yırtıcıların türün üyelerini tehdit ettiği doğada –Spencercı anlamda olmasa da– bir hayatta kalma mücadelesi vardır. Şöyle der Engels:

Darwin’in Maltusçu teoriyi bu denli naifçe ve bu denli eleştirmeksizin kabul ederek yaptığı gaf ne denli büyük olursa olsun, yine de herkes daha ilk bakışta, doğada varolma mücadelesini –doğanın bu denli savurgan biçimde ürettiği tohumların sayısız çokluğu ile, sonunda olgunluğa ulaşabilenlerin son derece küçük sayısı arasındaki çelişkiyi; gerçekten de büyük bölümü itibariyle, çözümünü bir varolma mücadelesinde ve genellikle de son derece acımasızca bir mücadelede bulan bir çelişkiyi– fark etmek için Maltusçu gözlüklere ihtiyaç olmadığını görebilir.[12]

Birçok tür, hayatta kalma oranını azamiye çıkarmak için özellikle yaşamın ilk yıllarında muazzam sayıda tohum ya da yumurta üretir. Diğer taraftan insan türü, gelişimi çok yavaş ilerleyen ve oldukça geç olgunlaşan az sayıdaki dölünü yetiştirmek için büyük bir enerji ve çaba harcamasını gerektiren başka yollarla hayatta kalmıştır. Bizim avantajımız beynimizde ve bu beynin öğrenme ve genelleştirme yeteneğinde yatar. Nüfus artışımız döllerimizin büyük sayıda ölümleriyle kontrol edilmez ve bu nedenle de diğer türlerle kaba bir şekilde karşılaştırılamaz.

Tarihin kendisi Malthus’a nihai yanıtı vermektedir. A. N. Whitehead, 10. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar, Avrupa’daki sürekli nüfus artışına, genellikle yükselen yaşam standartlarının eşlik ettiğine işaret etmişti. “Kaçınılmaz sonucu geciktirmenin” bir aracı olan “tedbirler” sorunu işin içine katılsa bile, bu olgu Maltusçu teori tarafından açıklanamaz. Bin yıl, bir teorinin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu göstermek için yeterli olsa gerek. “Bariz gerçek şudur ki”, der Whitehead, “bu dönem boyunca bu bölgedeki (yani Avrupa’daki) sözde tedbirler, Maltusçu yasanın gerçekleşmeyen ve önemsiz bir olasılığı temsil ettiğini gösteriyordu.[13]

Whitehead, tahmini “tedbirlerin” nüfus yoğunluğuyla bile orantılı olmadığına işaret eder. Örneğin veba, esas olarak nüfus büyüklüğünün değil, kötü sağlık koşulların ürünüydü. Doğum kontrolü değil, su, sabun ve adamakıllı bir kanalizasyon bu soruna çözüm oluşturabilirdi. Otuz Yıl Savaşları Almanya’nın nüfusunun yarısını alıp götürdü: nüfus artışı üzerinde çok sert bir “tedbir”. Savaşın birçok sebebi vardı, ama aşırı nüfus asla bunlardan biri olarak anılmaz. Savaşlarla dolu Avrupa tarihindeki hiçbir savaşta da, bu faktör bildiğimiz kadarıyla dikkate değer bir rol oynamamıştır. Örneğin Ortaçağın sonlarında Fransa’daki, Almanya’daki ve İngiltere’deki köylü ayaklanmaları aşırı nüfustan kaynaklanmıyordu. İşin aslı, tüm bu ayaklanmalar nüfusun büyük bir kısmının Kara Ölüm [Veba] tarafından silinip süpürüldüğü bir dönemde gerçekleşmişti. 16. yüzyılın başlarında, Flanderler oldukça kalabalıklardı, ama yine de köylülerin insan öğüten yoksulluğunun Köylü Savaşlarına katkıda bulunduğu Almanya’dan daha yüksek yaşam standartlarına sahiptiler.

Malthus’un teorileri bilimsel açıdan hiçbir değer taşımamakla beraber, piyasa politikaları denen en insanlık dışı uygulamalar için mazeret olarak mütemadiyen hizmet görmektedirler. 1840’ların İrlanda’sındaki patates kıtlığında, ki bunun sonucu olarak İrlanda’nın nüfusu 8 milyonlardan 4,5 milyona düşmüştür, İrlanda’daki İngiliz toprak beyleri, buğday ihraç etmeye devam etmişlerdi. Serbest piyasa ilkelerini güden Londra’daki “Liberal” hükümet, serbest ticarete ya da fiyatlara ters düşebilecek her türlü önlemi reddetmiş ve İrlandalılara ucuz mısır arzını iptal ederek milyonlarca insanı açlıktan ölmeye mahkûm etmişti. İngiliz hükümetinin Maltusçu ilkeleri, Danışma Meclisi sekreteri Charles Grenville tarafından şu şekilde savunulmuştu:

... İrlanda’nın durumu son derece içler acısı ve ümitsizliği teşvik etmek için yeterli: genel bir düzensizlik ve moral bozukluğu hakim, ender istisnalar dışında dik başlılığa ve tembelliğe, gözü karalığa ve vahşiliğe kendini kaptırmış bir halk; baştan sona hepsi olabildiğince az şey yapma ve olabildiğince fazla şey alma niyetinde, canlanmaya ve gayret göstermeye isteksiz, bu ülkeden yardım bekleyip aldıkları yardıma laf ediyorlar; kitleler zalim, hilekâr ve aylak, her şey çelişkili ve mantığa aykırı. Kıtlık tehdidi gelecek yıl da devam ederken, onlar toprağı sürmüyorlar ve toprak oracıkta bomboş duruyor. Bir bütün olarak insanların hiçbir zaman bu kıtlık yılındaki kadar tuzu-kuru olmadığına şüphe yoktur. Kimse kira ödemiyor ve yatırım bankaları dolup taşıyor. Yardım fonlarımızdan aldıkları paralarla yiyecek değil silah satın alıyorlar ve ardından da yardımları düzenlemeleri için gönderdiğimiz memurları vuruyorlar. Onlar iş talebiyle ustabaşlarının tepesine üşüşürken, toprak sahipleri çalıştıracak ırgat bulamıyor, kendilerini yoksul diye adlandıran güçlü kuvvetli dilenciler ceplerinde büyük miktarda paralarla yakalanıyorlar. 28 Kasım 1846.”

Neredeyse normal boyutlarının iki katına kadar şişmiş kollarıyla yollarda çalışan adamları görmekten ürken Doktor Burritt ise meselenin aslını şöyle betimliyordu; on iki yaşındaki bir erkek çocuğun vücudu “alışıldık boyutlarının yaklaşık üç katına kadar çıkmış ve giydiği yırtık pırtık giysiyi parçalamıştı.” Skull diye anılan bir yerin yakınlarında, “500 kişilik bir kalabalığın yanından geçtik, yarısı çıplak ve açtı. Dağıtılacak çorbayı bekliyorlardı. Dikkatimizi çektiler ve böylesi sefil bir manzaraya acıma ve hayretle bakakaldığımdan, Doğu Skull’da ikamet eden ve bir tıp adamı olan kılavuzum bana şunları söyledi: «Şu an gördüğün insanların bir teki bile üç haftaya sağ çıkamayacak, imkânsız.» … burada günde ortalama 40 ilâ 50 kişi ölüyor. Yirmi vücut gömülecek kadar şanslı. İnsanlar, çocuklarıyla birlikte ölebilsinler ve yoldan gelip geçenler onları görmesin diye kendilerini kulübelerine kapatıyorlar.[14]

Bu insanların açlıktan ölmelerinin nedeni, Avrupa Birliği’nde ve ABD’de besin yetiştirmemeleri için çiftçilere para verildiği bugünün dünyasında açlıktan kıvranan milyonlarca insan için geçerli olan nedenlerden daha farklı değildi. Onlar doğa kanunlarının değil, piyasa kanunlarının kurbanlarıdırlar.

Başından itibaren Marx ve Engels, Maltusçuluğun yanlış teorilerini teşhir ettiler. Lange’ye yazdığı 29 Mart 1865 tarihli bir mektubunda “Papaz Malthus”un argümanlarını yanıtlarken Engels şunları yazmıştı: “Nüfus basıncı, geçim araçları üzerinde değil istihdam araçları üzerindedir; insanlık modern burjuva toplumunun talep ettiğinden çok daha hızlı çoğalabilirdi. Bize göre bu durum, bu burjuva toplumunu, gelişmenin önünde yıkılması gereken bir engel olarak ilân etmemizin bir başka nedenidir.

Makineleşmenin başlaması, yeni bilimsel teknikler ve gübreler, dünya besin üretiminin nüfus artışına kolaylıkla ayak uydurabileceğini göstermektedir. Tarımda yer alan nüfus oranı düşmeye devam ederken, tarımsal verimlilikte gözalıcı bir artış gerçekleşmektedir. Tarımsal verimdeki büyümenin, zaten ileri ülkelerde tüm çiftçilik dünyasına yayılmış olması, üretimde muazzam bir artışa yol açar. Okyanusların uçsuz bucaksız biyolojik üretkenliğinin bugün ancak çok küçük bir kısmı kullanılıyor. Açlık ve açlıktan ölmenin başlıca sebebi, besin fiyatlarını sabit tutmak için ve tarımsal tekellerin kâr düzeylerini korumak için, fazlalık teşkil eden besin maddelerinin imha edilmesidir.

Üçüncü Dünya denen ülkelerdeki yaygın açlık “doğal seleksiyonun” bir ürünü değil, tersine oldukça net bir biçimde insan yapımı bir sorundur. Milyonlarca insanı ümitsiz bir yoksulluk ve gerçek bir açlıktan ibaret bir yaşama mahkûm eden şey, “en uygun olanın hayatta kalması” değil, bir avuç büyük banka ve tekelin kâr hırsıdır. En yoksul ülkeler yalnızca birikmiş borçlarının faizlerini ödemek için, kendi halklarını beslemek için kullanabilecekleri pirinç, kakao ve diğer besinleri, ihracat amacıyla yetiştiriyorlar. 1989’da, Sudan kendi insanları açlıktan ölürken hâlâ besin ihraç ediyordu. Brezilya’da her yıl 400.000 çocuğun açlıktan öldüğü hesaplanmaktadır. Yine de Brezilya en büyük besin ihracatçılarından biridir. Üçüncü Dünyadaki kâbus koşullarının suçunu bir başkasının üstüne yıkmak için hâlâ aynı gözden düşmüş fikirler zaman zaman su yüzüne çıkartılıyor: “çok fazla insan var” (şüphesiz siyah, sarı ve esmer derili insanlar kastediliyor). Emeklilik hakkının olmadığı koşullarda, yoksul insanların, yaşlılıklarında kendilerine bakacak mümkün olduğunca fazla çocuğa (özellikle de erkek) sahip olma gereksinimi gerçeği rahatlıkla gözardı ediliyor. Yoksulluk ve cehalet “nüfus sorunu” denen şeye yol açıyor. Yaşam standartları ve eğitim düzeyi arttıkça, nüfus artışı otomatik olarak düşme eğilimine giriyor. Artan besin üretimi potansiyeli çok büyüktür, ama Avrupa’daki, Japonya’daki ve ABD’deki birkaç varlıklı çiftçinin kârlarını patlama noktasına getirmek için, bu potansiyel yapay bir şekilde düşük düzeyde tutulmaktadır. 20. yüzyılın sonlarında kitlesel açlık skandallarının yaşanması çok daha tiksindiricidir, çünkü bu bir zorunluluk değildir.

Toplumsal Darvincilik

Marx ve Engels, Darwin’i çok takdir etseler bile hiçbir şekilde onun teorilerini eleştirmemezlik etmediler. Engels, Darwin’in fikirlerinin daha sonraları inceltileceğini ve geliştirileceğini anlamıştı; ki genetiğin gelişmesiyle bu doğrulanmıştır. 1875 Kasımında Lavrov’a şunları yazmıştı:

Darvinci öğretinin evrim teorisini kabul ediyorum, ama Darwin’in kanıtlama yöntemini (yaşam mücadelesi, doğal seleksiyon), yeni keşfedilmiş bir gerçeğin, yalnızca ilk, geçici ve kusursuz olmaktan uzak bir ifadesi olarak değerlendiriyorum.

Ve yine Anti-Dühring adlı kitabında:

Evrim teorisinin kendisi, yine de hâlâ başlangıç aşamasındadır, ve bu nedenle, daha ileri araştırmaların, türlerin evrim süreci gibi tam Darvinci fikirler de dahil bugünkü fikirlerimizi büyük ölçüde değiştireceğinden şüphe duyulamaz.

Engels, Darwin’in tek yanlılığı kadar onu izleyen Toplumsal Darvinciliği de sert bir biçimde eleştirmişti:

Bu insanların her yerde mücadeleden başka bir şey görmemelerinden önce, Darwin güçlükle de olsa kabul görmüştü. Her iki görüş de dar sınırlar içerisinde doğrulanmıştır ama ikisi de aynı ölçüde tek taraflı ve önyargılıdır... Dolayısıyla, doğaya ilişkin olarak bile, insanın kendi bayrağı üzerine tek taraflı olarak yalnızca “mücadele” yazmasına izin verilemez. Fakat tarihsel evrim ve çapraşıklığın her türlü zenginliğini, yavan ve tek yanlı “yaşam mücadelesi” deyiminin içine tıkıştırma arzusu kesinlikle çocukluktur. Bu, hiçten biraz daha fazlasını söylemektir.[15]

Bu yanlışın kökenleriniyse şöyle açıklamıştı:

Darvinci yaşam mücadelesi teorisinin tümü basitçe, Hobbes’un Bellum Omnium Contra Omnes (herkesin herkese karşı savaşı –y.n.) teorisinin ve burjuva ekonomik rekabet teorisinin ve bir o kadar da Maltusçu nüfus teorisinin toplumdan organik doğaya taşınmasıdır. Bu büyük ustalık bir kez başarıldığında (bunun koşulsuz doğrulanışı, hele ki Maltusçu teori söz konusu olduğunda, hâlâ oldukça şüphelidir), bu teorileri tekrar gerisin geriye doğa tarihinden toplum tarihine aktarmak çok kolaydır, ve böylelikle bu iddiaların toplumun ölümsüz doğal yasaları olarak kanıtlanmış bulunduğunu savunmak hepten bönlüktür.[16]

Toplumsal Darvincilerin hayvanlar dünyasıyla kurdukları paralellikler, insan karakterini kafatası ölçümlerine dayandıran egemen ırkçı argümanlarla uyum içindeydi. D. G. Brinton’a göre “Avrupalı ya da beyaz ırk listenin başında yer alır, Afrikalı olanlar ya da zenciler ise sonunda” (1890). Bir İtalyan hekimi olan Cesare Lombroso 1876’da, doğuştan suçluların aslında maymun olduklarını, evrimde bir geri gidiş olduklarını iddia etmişti. İnsan davranışlarını kalıtım biyolojisiyle açıklama arzusunun bir parçası olan bu eğilim bugün bile gözlenebilmektedir. “Hayatta kalma mücadelesi” insanlar da dahil tüm hayvanlarda kalıtımsal olarak görülüyordu ve kapitalizmin sınıfsal yapısı kadar, savaşları, fetihleri, vurgunculuğu, emperyalizmi ve ırkçılığı da mazur göstermeye hizmet ediyordu. Sosyobiyolojinin en kaba çeşitlemelerinin ve Çıplak Maymun teorilerinin ön habercisidir bunlar. Her şey bir tarafa, hicivli bir şekilde şunları ilân eden W. S. Gilbert değil miydi:

“Darwin Adamı, olsa da pek kibar,
Yine de maymun, bir tek tıraşı var!”

Darwin şu noktayı vurgulamıştı; “Doğal seleksiyon, modifikasyon yollarından en yaygın olanıdır, ama tek değildir.” Bir parçadaki uyum sağlayıcı değişimlerin, hayatta kalmayla bir ilgisi olmayan diğer özelliklerin modifikasyonuna yol açabileceğini izah etmişti. Ne var ki, Yaratılışçıların özetledikleri idealist yaşam anlayışına karşıt olarak Darvinciler, gezegenimizde yaşamın nasıl evrildiğini bilimsel olarak açıkladılar. Biyoloji kanunları ve organizmaların kendi çevreleriyle etkileşimleriyle açıklanabilen doğal bir süreçti bu. Darwin’den bağımsız olarak, başka bir naturalist olan Alfred Russel Wallace da, doğal seleksiyon teorisini inşa etmişti. Darwin’i yirmi yıllık bir gecikmeyle çalışmalarını yayınlamaya zorlayan şey de buydu. Ne var ki, Darwin ve Wallace arasında temel bir fark vardı, Wallace, tüm evrimsel değişimin ya da modifikasyonun yalnızca doğal seleksiyon tarafından belirlendiğine inanıyordu. Fakat katı aşırı-seleksiyoncu Wallace, beyin ve zekâ konusuna geldiğinde doğal seleksiyonu reddediyordu, Tanrı bu eşsiz mahlûku inşa etmek için araya girmişti!

Darwin, zengin ve çeşitlenmiş formlarıyla yaşamın evriminin, bizzat yaşamın üremesinin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu açıklamıştı. İlk olarak benzer türler küçük farklılıklarla da olsa benzer döller verir. Ama ikinci olarak, tüm organizmalar hayatta kalıp üreyenlerden daha fazla döl üretme eğilimindedir. Bu döllerden hayatta kalma şansı en fazla olanlar, kendi çevrelerine uyum sağlamak üzere daha iyi donatılmış olanlardır, ve sırası geldiğinde onların dölleri de giderek daha fazla onlar gibi olma eğiliminde olacaklardır. Bu popülasyonların özellikleri, zamanla, giderek artan bir biçimde kendi çevrelerine uyum sağlayacaktır. Başka bir deyişle, “en uygun olan” hayatta kalır ve kendisinin lehte özelliklerini popülasyon içerisinde yaygınlaştırır. Doğada, Darvinci evrim değişen çevre koşullarına verilen bir yanıttır. Doğa, çevresine en iyi uyum sağlama yeteneğindeki özelliklere sahip organizmaları “seçer”. “Doğal seleksiyon aracılığıyla evrim” der Gould, “bu değişen çevre koşullarının, bu koşullar içinde yaşamak için kendini daha iyi tasarlamış organizmaların ayrılıp korunmasıyla izinin sürülmesinden fazla bir şey değildir.” Böylece, doğal seleksiyon evrimsel değişimin gidişatını yönlendirir. Darwin’in bu keşfi, Lev Troçki tarafından “tüm organik madde alanında diyalektiğin en büyük zaferi” diye değerlendirilmişti.


[1] Plekhanov, Selected Works, cilt 1, s.480.

[2] S. J. Gould, Wonderful Life, s.54 ve 24.

[3] G. Plekhanov, The Development of the Monist View of History (Monist [Tekçi] Tarih Görüşünün Gelişimi), s.96-7.

* Alopatrik Teori: Yeni türlerin, atalarının yaşam alanının kıyısında, atasal gruplarından ayrılmış çok küçük topluluklarda doğduğunu savunan teori.

[4] Engels, The Dialectics of Nature, s.154, 162 ve 235, 1946 baskısı. [Doğanın Diyalektiği, s.224, 235 ve 336]

[5] S. J. Gould, The Panda’s Thumb, s.151.

[6] S. J. Gould, Ever Since Darwin, s.118. [Darwin ve Sonrası, s.117]

[7] E. J. Lerner, The Big Bang Never Happened, s.402.

[8] R. Lewin, age, s.140.

[9] T. Dobzhansky, Mankind Evolving (Evrilen İnsanlık), s.139-40.

* laissez faire: bırakınız yapsınlar. (ç.n.)

[10] Engels, The Dialectics of Nature, s.19, 1946 baskısı. [Doğanın Diyalektiği, s.46-47]

[11] Engels, The Dialectics of Nature, s.236, 1946 baskısı. [Doğanın Diyalektiği, s.336]

[12] Engels, Anti-Dühring, s.86. [Anti-Dühring, s.142]

[13] A. N. Whitehead, Adventures in Ideas (Düşüncelerde Yolculuk), s.77.

[14] P. Johnson, Ireland, a Concise History (İrlanda, Kısa Bir Tarih), s.102 ve 103.

[15] Engels, Anti-Dühring, s.92 [Anti-Dühring, s.149-150]

[16] Engels, The Dialectics of Nature, s.208-9. [Doğanın Diyalektiği, s.337]