4. MANTIK VE DİYALEKTİK

İnsanların, uzun bir toplumsal evrim sürecinin ürünü olan mantıksal düşünme yetenekleri, biçimsel mantığın icadından, binlerce değil, milyonlarca yıl önce gelir. Locke bu düşünceyi daha 17. yüzyılda dile getirmişti: “Tanrı insanları güçbelâ iki bacaklı yaratıklar olarak yaratıp, sonra da onları akılcı hale getirmeyi Aristoteles’e bırakacak denli acımasız davranmıştır insanlara.” Locke’a göre mantığın berisinde, “fikirlerdeki tutarlılığı ya da tutarsızlığı algılama naif yetisi” yatmaktadır.[1]

Mantık kategorileri gökten zembille inmez. Bu biçimler insanlığın sosyo-tarihsel gelişim süreci içinde şekillenmişlerdir. Gerçekliğin, insanların zihinlerine yansımış temel genellemeleri olan bu kategoriler, her nesnenin onu diğerlerinden ayıran belli nitelikleri olduğu; her şeyin diğer şeylerle belirli ilişkiler içinde varolduğu; nesnelerin, birtakım özgül nitelikleri paylaştıkları büyük sınıflamalar oluşturdukları; kimi olguların diğerlerine sebebiyet verdikleri vb. gerçeğinden doğarlar.

Troçki’nin dikkat çektiği gibi, bir dereceye kadar hayvanlar bile muhakeme etme ve verili bir durumdan bazı sonuçlar çıkarma yeteneğine sahiptirler. Yüksek memelilerde ve özellikle bonobo şempanzeleri üzerine yapılan son araştırmaların da çarpıcı biçimde gösterdiği gibi insansı maymunlarda bu yetenek hayli gelişmiştir. Ancak, muhakeme yeteneği insan türünün bir tekeli olmayabilirse de, akılcı düşünme yeteneğinin, en azından evrendeki küçük köşemizde şimdiye kadarki en yüksek noktasına insan zekâsının gelişiminde ulaştığına şüphe yoktur.

Soyutlama mutlak surette gereklidir. O olmadan düşünce genel olarak imkânsızdır. Soru şudur: ne tür soyutlama? Gerçeklikten soyutladığımda, verili bir olgunun bazı yönleri üzerine yoğunlaşırım ve diğerlerini hesaba katmam. İyi bir haritacı, örneğin, her evin ve kaldırım taşının, park etmiş her arabanın her ayrıntısını kopyalayan birisi değildir. Bu kadar ayrıntı, haritanın gerçek amacını, yani bir şehrin ya da başka bir coğrafi bölgenin güvenilir bir şemasını sunma amacını ortadan kaldırır. Benzer biçimde beyin, ilk anlardan itibaren bazı sesleri gözardı etmeyi ve diğerlerine yoğunlaşmayı öğrenir. Bunu yapamıyor olsaydık, her yönden kulaklarımıza ulaşan bilginin miktarı zihnimize bütünüyle hakim olurdu. Dilin kendisi yüksek bir soyutlama düzeyini önvarsayar.

Anlamak ve ifade etmek istediğimiz gerçekliği yeterince yansıtan doğru soyutlamalar yapma yeteneği, bilimsel düşüncenin temel ön şartıdır. Biçimsel mantığın soyutlamaları, gerçek dünyayı ancak çok dar sınırlamalar içinde ifade etmek için yeterlidir. Bu soyutlamalar tek yanlı ve statiktirler, ve özellikle hareket, değişim ve çelişki gibi karmaşık süreçlerle uğraşırken umutsuz derecede yetersizdirler. Bir nesnenin somutluğu, altta yatan kendi yasalarınca belirlenen kendi veçhelerinin ve karşılıklı iç ilişkilerinin toplamından oluşur. Bilimin görevi bu yasaları açığa çıkarmak ve bu somut gerçekliğe mümkün olduğunca çok yaklaşmaktır. Bilmenin bütün amacı, nesnel dünyayı, onun altında yatan yasallık ve zorunlu ilişkileri mümkün olduğunca sadık biçimde yansıtmaktır. Hegel’in dediği gibi, “hakikat her zaman somuttur.”

Ama burada bir çelişki vardır. İlk önce soyutlamaya başvurmaksızın, doğanın somut dünyasının kavranılışına ulaşmak imkânsızdır. Soyut kelimesi Latince “den almak”tan gelir. Bir soyutlama süreciyle, söz konusu olan nesneden, önemli olduğunu düşündüğümüz bazı yönleri alır, diğerlerini bir kenara bırakırız. Soyut bilgi zorunlu olarak tek yanlıdır, çünkü söz konusu olgunun yalnızca belirli bir yanını, bütünün özgül doğasını belirleyen şeyden soyutlanmış yanını ifade eder. Örneğin, matematik, özellikle nicel ilişkilerle uğraşır. Nicelik doğanın son derece önemli bir yönü olduğu için, matematiğin soyutlamaları onun sırlarına sondaj yapmak için bize güçlü bir alet sağlamıştır. Bu nedenle bu soyutlamaların gerçek doğası ve sınırlarını unutma eğilimi vardır. Oysa bunlar da tüm soyutlamalar gibi tek yanlıdırlar. Bunu kendimizi riske atma pahasına unuturuz.

Doğa niceliği bildiği kadar niteliği de bilir. Eğer doğadaki en temel süreçlerden birisini anlamak istiyorsak, ikisi arasındaki kesin ilişkiyi belirlemek ve kritik bir noktada nasıl birinin diğerine dönüştüğünü göstermek mutlak surette zorunludur. Bu, salt biçimsel düşünceye karşıt olarak, diyalektik düşüncenin en temel kavramlarından ve bilime en önemli katkılarından biridir. Bu yöntemle sağlanan ve uzun bir süre “mistisizm” olarak kınanmış olan derin kavrayışlar, ancak şimdi anlaşılmaya ve takdir edilmeye başlanmıştır. Biçimsel mantıkta dışa vuran tek yanlı soyut düşünce, diyalektiği aforoz ederek bilime çok büyük bir zarar vermiştir. Ama bilimin fiili sonuçları, son tahlilde diyalektik düşüncenin, doğanın gerçek süreçlerine biçimsel mantığın doğrusal soyutlamalarından çok daha yakın olduğunu göstermektedir.

Nesnenin, soyutlanmış parçalar olarak değil, bütünsel bir sistem olarak; bir koleksiyoncunun tahtasına yapıştırılan kelebek gibi bağlamından koparılıp alınarak değil, tüm zorunlu iç bağıntılarıyla; cansız ve statik bir şey olarak değil, canlılığı ve hareketliliği içinde, somut bir kavranışını elde etmek gereklidir. Bu tür bir yaklaşım, bir tür zihinsel ölüm sertliğini [rigor mortis] temsil eden dogmatik düşüncenin en mutlak ifadesi olan biçimsel mantığın sözde “yasalarıyla” açık bir uyuşmazlık içindedir. Fakat doğa yaşamakta, nefes almakta ve biçimsel düşüncenin kucaklamalarına inatla direnmektedir. “A”, “A”ya eşit değildir. Atomaltı parçacıklar vardır ve yoktur. Lineer süreçler kaos içinde sona erer. Bütün, parçalarının toplamından büyüktür. Nicelik niteliğe dönüşür. Evrimin kendisi tedrici değil, ani sıçramalar ve felâketlerle kesintiye uğrayan bir süreçtir. Ne yapabiliriz? Gerçekler inatçıdır.

Soyutlama olmadan nesnenin “derinine” nüfuz etmek, onun özsel doğasını ve hareket yasalarını anlamak imkânsızdır. Zihinsel soyutlama faaliyeti aracılığıyla, duyularımızla (duyu-algı) sağlanan doğrudan bilginin ötesine geçebiliriz ve daha derine inebiliriz. Nesneyi onu oluşturan parçalara ayırabilir, bunları soyutlayabilir ve ayrıntılı olarak inceleyebiliriz. Nesnenin, idealize edilmiş, ikincil özelliklerinden sıyrılmış “saf” bir biçim olarak genel bir tasavvuruna varabiliriz. Bu, bilme sürecinin mutlak surette zorunlu bir aşaması olan soyutlamanın işidir.

Lenin şöyle yazıyor:

Somuttan soyuta ilerleyen düşünce –doğru olması şartıyla (ve Kant da diğer tüm filozoflar gibi doğru düşünceden bahseder)– hakikatten uzaklaşmaz, bilakis ona yaklaşır. Maddenin soyutlanması, bir doğa yasasının soyutlanması, değerin soyutlanması, vb. kısaca tüm bilimsel (doğru, ciddi, saçmalamayan) soyutlamalar doğayı çok daha derin, doğru ve tam olarak yansıtırlar. Canlı algıdan soyut düşünceye ve buradan pratiğe: hakikati bilmeye, nesnel gerçekliği bilmeye giden diyalektik yol işte budur.[2]

 

İnsan düşüncesinin temel özelliklerinden birisi, onun sadece kendisini olanla sınırlamaması, aynı zamanda olması gerekene de el atmasıdır. Bizler, içinde yaşadığımız dünya hakkında her türden mantıki varsayımları sürekli olarak yapmaktayız. Bu mantık kitaplarından öğrenilmez, uzun bir evrim sürecinin ürünüdür. Ayrıntılı deneyler, bu mantığın temellerinin bebek tarafından çok küçük yaşta deney yoluyla edinildiğini göstermiştir. Bir şey doğru ise, doğrudan kanıtımızın olmadığı başka bir şeyin de doğru olması gerektiğini muhakeme ederiz. Bu mantıki düşünce süreçleri, uyanık olduğumuz tüm saatler boyunca, biz farkında bile olmadan, milyonlarca kere gerçekleşir. Bunlar alışkanlık derecesine yükselirler ve yaşamdaki en basit davranışlar bile bunlar olmadan mümkün olmaz.

Düşüncenin temel kuralları insanların çoğu için doğru kabul edilir. Bunlar hayatın tanıdık bir parçasıdırlar ve “hem pasta yiyeyim hem de bitmesin diyemezsin” gibi birçok atasözüne yansımıştırlar: her çocuğun öğrenmesi gereken en önemli derslerden biri! Belirli bir noktada bu kurallar yazıya geçirilir ve sistematize edilirler. Biçimsel mantığın kökeni budur ve başka pek çok şeyde olduğu gibi bunun onuru da Aristoteles’e aittir. Bu son derece değerliydi, çünkü mantığın temel kuralları bilinmeksizin düşüncenin tutarsızlığa düşme riski vardır. Siyahı beyazdan ayırmak ve doğru bir önerme ile yanlış bir önerme arasındaki farkı bilmek gerekir. Bu bakımdan biçimsel mantığın değeri tartışma konusu değildir. Sorun, oldukça sınırlı bir deney ve gözlem yelpazesinden türetilen biçimsel mantık kategorilerinin, gerçekte ancak bu sınırlar dahilinde geçerli olmasıdır. Aslında bunlar gündelik olguların büyük bir bölümünü kapsar, ama hareket, türbülans*, çelişki ve nicelikten niteliğe dönüşüm içeren daha karmaşık süreçleri ele almak için oldukça yetersizdirler.

Making Sense adlı antolojide yer alan ve çocuğun dünyayı kurgulamasını konu edinen The Origins of Inference [Çıkarımın Kökenleri] başlıklı ilginç makalede, Margaret Donaldson, sıradan mantığın problemlerinden birisine, onun statik karakterine dikkat çekiyor:

Sözel muhakemenin genellikle “durumlar”la, bir zaman kesitinde statik olarak görülen dünyayla ilgili olduğu görülmektedir. Böyle düşünüldüğünde evren hiçbir bağdaşmazlık içermiyor görünür: şeyler oldukları gibidir. Oradaki nesne bir ağaçtır; şu fincan mavidir; şu adam şu adamdan daha uzundur. Elbette bu durumlar, diğer sonsuz sayıda durumu öncelemektedir, ama bunun farkına nasıl varıyoruz? Bağdaşmazlık fikri zihinlerimizde nasıl ortaya çıkıyor? Besbelli ki, oldukları-halleriyle-şeylerden edindiğimiz doğrudan izlenimlerden değil.

Aynı kitap, geçerli bir husus olarak, bilme sürecinin pasif değil aktif bir süreç olduğunu hatırlatıyor:

Kollarımızı kavuşturup, dünyanın kendi “gerçekliğini” bizim aklımıza sokmasını pasif biçimde bekleyerek oturmayız. Aksine, şimdi yaygın biçimde kabul edildiği gibi, en temel bilgilerimizin çoğunu eylem yoluyla ediniriz.[3]

 

İnsan düşüncesi esas olarak somuttur. Zihin soyut kavramları kolay kolay hazmetmez. Doğrudan doğruya gözlerimizin önünde olan şeylerle ya da en azından somut bir biçimde gösterilebilen şeylerle kendimizi daha rahat hissederiz. Zihin, imgelerin şekillerinde adeta bir koltuk değneği arar. Bu konuda Margaret Donaldson şuna dikkat çekmektedir: “okul öncesi çocuklar bile duydukları öykülerdeki olaylar hakkında sık sık muhakeme yapabilirler. Ancak insan duyusunun sınırlarının ötesine geçtiğimizde dramatik bir farklılık belirir. Artık anlamlı olayların destekleyici bağlantısı içinde işlemeyecek biçimde bu sınırların ötesine geçen düşünce, çoğunlukla «biçimsel» ya da «soyut» olarak adlandırılır.”[4]

Bu bakımdan başlangıç süreci somuttan soyuta doğru ilerler. Nesne, parçalarının ayrıntılı bilgisini elde etmek amacıyla ayrıştırılır, analiz edilir. Ama bunun tehlikeleri vardır. Parçalar, bütünle olan ilişkileri dışında doğru olarak anlaşılamazlar. Nesneye bütünsel bir sistem olarak geri dönmek ve onu bir bütün olarak koşullandıran altta yatan dinamikleri kavramak gerekir. Böylece bilme süreci soyuttan tekrar somuta ilerler. Analizi sentezle, tümevarımı tümdengelimle birleştiren diyalektik yöntemin özü budur.

İdealizmin tüm dalaveresi, soyutlamanın doğasına ilişkin yanlış bir kavrayıştan türetilir. Lenin, idealizm olasılığının her soyutlamada içkin olduğuna dikkat çekmiştir. Bir şeyin soyut kavramı, yapay biçimde bizzat o şeyin karşısına konulur. Sadece onun kendi başına bir varlığa sahip olduğu sanılmakla kalmaz, kaba maddi gerçekliğe üstün olduğu da söylenir. Somut olan şey, kusursuz, mutlak ve saf olan İdea’ya karşıt olarak, bir şekilde özürlü, kusurlu ve saflığı bozulmuş olarak resmedilir. Böylece gerçeklik başaşağı durur.

Soyutlamalarla düşünme yeteneği insan zekâsının dev bir kazanımını ifade eder. Sadece “saf” bilim değil, mühendislik de, bizi somut örneğin dolaysız, sonlu gerçekliğinin üzerine çıkaran ve düşünceye evrensel bir karakter veren soyut düşünce olmaksızın imkânsızdır. Soyut düşüncenin ve teorinin düşüncesizce reddi, darkafalı, filisten bir mantaliteyi gösterir, ki bu reddiye kendisinin “pratik” olduğunu düşünür, ama gerçekte iktidarsızdır. Nihayetinde teorideki büyük ilerlemeler pratikte de büyük ilerlemelere yol açar. Yine de tüm fikirler şu ya da bu biçimde fiziki dünyadan çıkarılırlar ve sonunda geri dönüp ona uygulanmaları gerekir. Herhangi bir teorinin geçerliliği, er ya da geç pratikte gösterilmek zorundadır.

Son yıllarda mekanik indirgemeciliğe karşı, bunun karşısına bilime yönelik holistik bir yaklaşım ihtiyacını koyan sağlıklı bir tepki oluştu. Holistik kavramı, mistik çağrışımları nedeniyle talihsiz bir kavramdır. Ne var ki, şeyleri kendi hareketleri ve bağlantıları içinde görme çabası içinde olan kaos teorisi, şüphesiz diyalektiğe yaklaşmaktadır. Biçimsel mantıkla diyalektik arasındaki gerçek ilişki, şeyleri ayrı ayrı ele alan ve onlara ayrı ayrı bakan düşünme türüyle, aynı zamanda bunları tekrar bir araya getirme ve işlemesini sağlama yeteneğinde olan düşünce arasındaki ilişkidir. Düşünce şayet gerçekliğe denk düşecekse, onu tüm çelişkileriyle canlı bir bütün olarak kavramaya muktedir olmak zorundadır.

Kıyas Nedir?

“Mantıksal düşünce, yani genel olarak biçimsel düşünce” diyor Troçki, “daha genel bir kıyastan, bir dizi öncül aracılığıyla gerekli sonuca ilerleyen tümdenge­lim yöntemine dayanır. Bu kıyaslar zincirine, zincirleme kıyas denir.”[5]

Aristoteles, muhakeme yöntemleri olarak hem diyalektiğin hem de biçimsel mantığın sistematik bir değerlendirmesini yapan ilk kişiydi. Biçimsel mantığın amacı, geçerli savları geçersiz savlardan ayırmak için bir çerçeve sunmaktı. Aristoteles bunu kıyaslar biçiminde yaptı. Gerçekte aynı tema üzerinde varyasyonlar olan farklı kıyas biçimleri vardır.

Aristoteles Organon’unda, daha sonra Hegel’in yazılarında tam ifadesine kavuşacak olan diyalektik mantığın temelini oluşturan on kategoriyi anar: töz, nicelik, nitelik, bağıntı, yer, zaman, durum, iyelik, etkinlik, edilginlik. Aristoteles’in mantık üzerine çalışmasının bu yanı çoğunlukla gözardı edilmektedir. Örneğin, Bertrand Russell bu kategorileri anlamsız buluyordu. Ama Russell gibi mantıksal pozitivistler* (kendi dogmalarıyla çakışan parçalar ve kırıntılar dışında) pratikte tüm felsefe tarihini “anlamsız” bularak bir kenara attıkları için, bu bizi ne şaşırtmalı ne de pek fazla sıkıntıya sokmalıdır.

Kıyas, mantıksal muhakemenin, çeşitli şekillerde ifade edilebilecek bir yöntemidir. Bizzat Aristoteles tarafından verilen tanım şöyleydi: “Belirli şeylerin ifade edilmiş olmasından, ifade edilmemiş başka bir şeyin zorunlu olarak çıktığı konuşma.” En basit tanım A. A. Luce tarafından verilmektedir: “Bir kıyas, Sonuç denilen önermenin, Öncül denen diğer iki önermeden zorunlu olarak çıktığı, bağlantılı bir önermeler üçlüsüdür.[6]

Ortaçağ uleması, dikkatini, Aristoteles’in Birinci ve İkinci Analitikler’de geliştirdiği bu biçimsel mantığa odaklamıştı. Aristoteles’in mantığı işte bu biçimde Ortaçağdan bugüne gelmiştir. Pratikte kıyas iki öncül ve bir sonuçtan oluşur. Sonucun öznesi ve yüklemi, her iki öncülde de bulunan, ama sonuçta bulunmayan bir üçüncü terimle (orta terim) birlikte, her biri öncüllerden birinde olmak üzere açığa çıkar. Sonucun yüklemi büyük terimdir; bunu içeren öncül büyük öncüldür; sonucun öznesi küçük terimdir; ve onu içeren öncül de küçük öncüldür. Örneğin,

  1. Tüm insanlar ölümlüdür. (Büyük öncül)
  2. Sezar bir insandır. (Küçük öncül)
  3. O halde Sezar ölümlüdür. (Sonuç)

Buna olumlu kategorik önerme denir. Bu, her aşamanın bir öncekinden zorunlu olarak çıktığı, mantıki bir muhakeme zinciri izlenimi verir. Ama aslında durum öyle değildir, çünkü “Sezar” zaten “tüm insanlar”da içerilmektedir. Hegel gibi Kant da kıyası (onun tabiriyle, şu “sıkıcı öğretiyi”) aşağılıyordu. Ona göre kıyas, aldatıcı biçimde bir muhakeme görünüşü vermek için, sonuçların öncüllere zaten gizlice dahil edildiği “bir sahtekârlıktan öte bir şey değil”di.[7]

Diğer bir kıyas türü, biçim olarak koşulludur (eğer ... o halde), örneğin: “Eğer bir hayvan kaplansa, o bir etoburdur.” Bu, olumlu kategorik önermenin söylediği şeyin (bütün kaplanlar etoburdur) aynısını söylemenin başka bir yoludur. Aynı şey olumsuz biçim için de geçerlidir: “Eğer o bir balıksa, bir memeli değildir” demek, “hiçbir balık memeli değildir” demenin yalnızca başka bir yoludur. Biçimsel fark, gerçekte tek bir adım bile ilerlemediğimiz olgusunu gizlemektedir.

Bunun gösterdiği şey, gerçekte şeyler arasındaki iç bağlantılardır, ama gerçek dünyada “A” ve “B” belirli biçimlerde “C”ye (orta terim) ve öncüle bağlıdırlar, bu bakımdan onlar birbirlerine sonuçta bağlıdırlar. Büyük bir derinlik ve sezgiyle Hegel, kıyasın gösterdiği şeyin özelin evrenselle ilişkisi olduğunu göstermiştir. Bir başka deyişle, kıyasın kendisi karşıtların birliğinin, mükemmel çelişkinin ve gerçekte her şeyin bir “kıyas” olduğunun bir örneğidir.

Kıyasın en parlak dönemi Ortaçağdaydı. O dönemin ulemasını oluşturanlar, tüm ömürlerini her türden karanlık teolojik sorunlara (meleklerin cinsiyeti gibi) ilişkin sonu gelmez tartışmalara adıyorlardı. Biçimsel mantığın labirentvari yapıları onların gerçekte derin bir tartışmaya gömüldükleri izlenimini veriyordu, oysa onlar aslında hiçbir şey tartışmıyorlardı. Bunun nedeni, biçimsel mantığın kendi doğasında yatmaktadır. Adının da çağrıştırdığı gibi, biçimsel mantık bütünüyle biçimle ilgilidir. İçerik sorunu onun semtine uğramaz. Biçimsel mantığın esas kusuru ve onun Aşil topuğu tam da budur.

İnsan maneviyatının o büyük yeniden uyanışı olan Rönesansla birlikte Aristo mantığından duyulan hoşnutsuzluk yaygınlaştı. Aristoteles’e karşı büyüyen bir tepki oluştu. Bu, büyük düşünüre karşı gerçekte adilâne bir tutum olmamakla beraber, kilisenin onun felsefesinde değerli olan ne varsa gizlemiş ve yalnızca cansız bir karikatürü muhafaza etmiş olmasından kaynaklanıyordu. Aristoteles için kıyas, muhakemenin yalnızca bir parçasıydı, hem de en önemli olması gerekmeyen bir parçası. Aristoteles diyalektik üzerine de yazdı, ama bu yön unutuldu. Mantığın tüm canlılığı yok edildi ve Hegel’in ifadesiyle, “bir iskeletin cansız kemiklerine” dönüştürüldü.

Bu cansız biçimciliğe karşı duyulan tepki, bilimsel araştırma ve deneye muazzam bir itilim veren ampirizm hareketinde yansımasını buldu. Ne var ki, düşüncenin biçimlerinden tümüyle vazgeçmek mümkün olmadığı için, ampirizm daha en başından kendi yok oluşunun tohumlarını taşıdı. Yetersiz ve yanlış muhakeme yöntemlerinin tek yaşayabilir alternatifi, yeterli ve doğru olanları geliştirmektir.

Ortaçağın sonuyla birlikte kıyas her yerde gözden düştü, alay ve küfür konusu oldu. Rabelais, Petrarch ve Montaigne onu hep mahkûm ettiler. Ama yine de Reformasyonun taze rüzgârlarından nasibini almadan, özellikle Katolik ülkelerde, ite kaka yaşamına devam etti. 18. yüzyılın sonuyla birlikte mantık öyle kötü bir duruma düşmüştü ki, Kant, Saf Aklın Eleştirisi’nde eski düşünce biçimlerinin genel bir eleştirisine koyulma zorunluluğunu duydu.

Biçimsel mantığı kapsamlı bir eleştirel analize tâbi tutan ilk kişi Hegel oldu. Hegel bununla, Kant’ın başlatmış olduğu işi tamamlıyordu. Ama Kant yalnızca geleneksel mantıkta içkin kusurları ve çelişkileri gösterirken, Hegel, biçimsel mantığın başetmekte güçsüz kaldığı hareketi ve çelişkiyi içeren, tamamen farklı, dinamik bir mantık yaklaşımı geliştirerek çok daha öteye gitti.

Mantık Nasıl Düşünüleceğini Öğretir mi?

Diyalektik, insanlara düşünmeyi öğretme iddiasında değildir. Bu, biçimsel mantığın ukalaca iddiasıdır ve Hegel bu iddiayı, psikoloji size sindirimi ne kadar öğretiyorsa, mantık da size düşünmeyi olsa olsa o kadar öğretir diyerek, ironik bir biçimde yanıtlamıştır. Erkekler ve kadınlar, düşünmeyi, ve hatta mantıksal düşünmeyi, mantık sözünü işitmelerinden çok uzun zaman önce beceriyorlardı. Mantığın ve aynı zamanda diyalektiğin kategorileri güncel deneyimden türer. Tüm iddialarına rağmen, biçimsel mantığın kategorileri, kaba maddi gerçeklikler dünyasının üzerinde olmayıp, aksine tek yanlı ve statik biçimde anlaşılan gerçekliğin içinden süzülüp çıkarılan ve sonra keyfi biçimde geriye dönerek ona uygulanan boş soyutlamalardır.

Buna karşıt olarak diyalektik yöntemin birinci yasası mutlak nesnelliktir. Her durumda, verili bir olgunun hareket yasalarını, onu her bakımdan inceleyerek keşfetmek gereklidir. Diyalektik yöntem, temel felsefi gaflardan sakınarak ve sağlam bilimsel hipotezler koyarak, şeylere doğru biçimde yaklaşmada sonsuz bir değer taşır. Özellikle teorik fizikte, keyfi hipotezlerden doğan mistisizmin şaşırtıcı boyutları düşünüldüğünde, bu hiç de öyle alelade bir avantaj değildir! Ama diyalektik yöntem daima kendi kategorilerini olguların ve süreçlerin dikkatli bir incelemesinden çıkarmaya uğraşır, olguları önceden tasarlanmış katı bir deli gömleğine sığdırmaya uğraşmaz. Engels şöyle yazıyor:

Bilimin her alanında, tarih biliminde olduğu gibi doğa biliminde de, verili olgulardan yola çıkılması gerektiğine, bu bakımdan doğa biliminde de çeşitli maddi biçimlerden ve maddenin hareketinin çeşitli biçimlerinden yola çıkılması gerektiğine; bu bakımdan teorik doğa biliminde de iç bağıntıların olguların içine yerleştirilmeyip, onların içinde keşfedilmesi gerektiğine, ve keşfedildiğinde de mümkün olduğu ölçüde deneyle doğrulanması gerektiğine bütünüyle katılıyoruz.[8]

 

Bilim, doğanın işleyişini açıklayabilecek genel yasaların aranmasına dayanır. Deneyimi başlangıç noktası olarak alan bilim, kendisini yalnızca olguların toplanmasıyla sınırlamaz, aksine özelden genele giderek deneyim temelinde genellemeler arar. Bilim tarihi, sürekli derinleşen bir gerçeğe yaklaşma süreciyle karakterize olur. “Bütün hakikat”i hiç bilmeksizin, hakikate adım adım yaklaşırız. Eninde sonunda bilimsel hakikatin testi deneydir. “Deney” diyor Feynman, “bilimsel «hakikat»in tek yargıcıdır.”[9]

Düşünce biçimlerinin geçerliliği, son tahlilde, onların fiziksel dünyanın gerçekliğine tekabül edip etmediklerine bağlıdır. Bu, a priori olarak kanıtlana­maz, gözlem ve deneyle gösterilmek zorundadır. Tüm doğa bilimlerinin tersine, biçimsel mantık ampirik değildir. Bilim kendi verilerini gerçek dünyanın gözlenmesinden çıkarır. Uğraştığı bütün konunun aksine, mantığın a priori olduğu varsayılır. Burada biçim ve içerik arasında sırıtan bir çelişki bulunmaktadır. Mantığın gerçek dünyadan çıkarılmadığı varsayılır, oysa sürekli olarak gerçek dünyanın olgularına uygulanır. Bu iki yön arasındaki ilişki nedir?

Kant uzun zaman önce mantığın formlarının nesnel gerçekliği yansıtması gerektiğini, yoksa bütünüyle anlamsız olacaklarını açıklamıştı:

Bir yargının zorunlu olarak evrensel olduğunu düşünmek için sebebimiz varsa ... onun nesnel olduğunu da, yani yalnızca algımızın bir özneye yaptığı atıf olmayıp, nesnenin bir niteliğini ifade ettiğini düşünmemiz gerekir. Zira eğer diğer insanların yargılarının atıfta bulunduğu ve kendilerini uydurdukları nesnenin birliği olmasaydı, bunların, benim yargımla zorunlu olarak hemfikir olması için hiçbir sebep kalmazdı; dolayısıyla bunların hepsi birbiriyle hemfikir olmak zorundadır.[10]

 

Bu fikir, Kant’ın bilgi teorisi ve mantığında mevcut olan muğlaklıkları ortadan kaldıran Hegel tarafından daha da geliştirilmiş ve nihayet Marx ve Engels tarafından sağlam bir temel üzerine oturtulmuştur. Şöyle diyor Engels:

Mantıksal şemalar, ancak düşüncenin biçimlerine ilişkin olabilir; oysa burada bizim uğraştığımız şey yalnızca varlığın, dış dünyanın biçimleridir, ve düşünce bu biçimleri, asla kendisinden değil, dış dünyadan edinip çıkarır. Ama bununla bütün ilişki tersine döner: ilkeler araştırmanın başlangıç noktası değil, onun nihai sonucudurlar; doğa ve insan tarihine uygulanmazlar, onlardan soyutlanırlar; bu ilkelere uyum sağlayan doğa ve insanlık alanı değildir, aksine bu ilkeler ancak doğa ve tarihle uyum içinde oldukları ölçüde geçerli olurlar.[11]

 

Özdeşlik Yasasının Sınırları

Biçimsel mantığın Aristoteles tarafından geliştirilen temel yasalarının iki bin yıldan daha uzun bir süre temelde değişmeden kalması şaşırtıcıdır. Bu dönemde tüm bilim, teknoloji ve insan düşüncesi alanlarında sürekli bir değişim sürecine tanık olduk. Ama bilimciler yine de, özü itibariyle, bilimin henüz simya düzeyinde olduğu günlerde ortaçağ uleması tarafından kullanılan aynı yöntemsel aletleri kullanmaya devam etmekten müsterihtirler.

Batı düşüncesinde biçimsel mantığın oynadığı merkezi rol göz önüne alındığında, gerçek içeriğe, anlam ve tarihe ne kadar az dikkat sarfedildiği şaşırtıcıdır. Gerçek içerik normalde her daim verili, besbelli ve değişmez bir şey olarak kabul edilmiştir. Ya da daha ziyade, kibar sosyal çevrelerdeki insanların masa adabı muaşeretinde anlaşmaları gibi, makul insanların düşünceyi ve konuşmayı kolaylaştırmak için üzerinde anlaştıkları, kullanışlı bir genel kabul olarak sunulmuştur. Mantık yasalarının, mantıkçılar tarafından, düşüncenin herhangi bir alanında, şu ya da bu hakikati açığa çıkaracak bir uygulamasının olacağı inancıyla oluşturulan, bütünüyle yapay kurgular olduğu fikri ileri sürülmektedir. Ama eğer bu yasalar yalnızca soyut kurgularsa, beynin keyfi tahayyülleriyse, niçin bir dayanakları olsun ki?

Bu düşünce üzerine Troçki ironik bir yorum yapıyordu:

İnsanların kıyas konusunda bir anlaşmaya vardıklarını söylemek, hemen hemen ya da daha doğrusu tamamen, insanların burunlarında burun delikleri olması konusunda anlaşmaya vardıklarını söylemekle aynı şeydir. Kıyas da en az, arasında koku organımızın da yer aldığı çeşitli organlarımız kadar, insanlığın organik gelişmesinin, yani biyolojik, antropolojik ve sosyal gelişmenin ürünüdür.

Gerçekte biçimsel mantık da, diğer tüm düşünme biçimleri gibi, nihai olarak deneyimden türer. İnsanlar deneyimlerinden, gündelik yaşamlarında uygulaya­cak­ları kimi sonuçlar çıkarırlar. Farklı bir düzeyde olmakla beraber, hayvanlar için bile geçerlidir bu.

Tavuk tahılın genel olarak yararlı, gerekli ve lezzetli olduğunu bilir. Verili bir tahıl tanesini, o haşır neşir olduğu tahıl –buğday– olarak tanır ve dolayısıyla gagası aracılığıyla mantıksal bir sonuç çıkarır. Aristoteles kıyası, hayvanlar arasında her adımda gözlemlediğimiz bu elementer zihinsel vargıların yalnızca iyi formüle edilmiş bir ifadesidir.[12]

 

Troçki bir keresinde, biçimsel mantıkla diyalektik arasındaki ilişkinin basit matematikle yüksek matematik arasındaki ilişkiye benzediğini söylemişti. Biri diğerini yadsımıyor ve belirli sınırlar içinde geçerli olmayı sürdürüyor. Benzer şekilde yüzyıllar boyunca hakim olan Newton yasalarının atomaltı parçacıklar dünyasında yanlış olduğu gösterilmiştir. Daha doğrusu, Engels tarafından eleştirilen eski mekanik fiziğin, tek yanlı olduğu ve sınırlı uygulama alanına sahip olduğu gösterilmiştir. Troçki şöyle diyor:

Ne bir kurgu ne de bir mistisizm olan diyalektik, yaşamın gündelik sorunlarıyla kendisini sınırlamayarak, daha karmaşık ve uzun vadeli süreçleri kavramaya çalıştığı ölçüde, düşüncemizin biçimlerinin bir bilimidir.[13]

 

Biçimsel mantığın en yaygın yöntemi tümdengelimdir. Bu yöntem, sonuçlarının doğruluğunu iki ayrı koşulun karşılanmasıyla saptamaya çalışır: a) sonuç gerçekten öncüllerden çıkmalıdır; ve b) öncüller doğru olmalıdır. Eğer her iki koşul da sağlanıyorsa iddianın geçerli olduğu söylenir. Son derece rahatlatıcıdır bu. Burada sağduyunun bildik ve güven verici alanındayızdır. “Doğru mu, yanlış mı?” “Evet mi, hayır mı?” Ayaklarımız zemine sağlam biçimde basmaktadır. “Gerçeği, tüm gerçeği ve yalnızca gerçeği” ele geçirmiş görünürüz. Söylenecek çok şey yoktur. Yoksa var mıdır?

Tam olarak söyleyecek olursak, bu sorun, biçimsel mantık açısından, öncüllerin doğru ya da yanlış olmasının fark etmeyeceği bir sorundur. Sonuçlar öncüllerden doğru biçimde çıkarıldığı ölçüde, çıkarımın tümdengelimsel olarak geçerli olduğu söylenir. Önemli olan, geçerli ve geçersiz çıkarımları birbirinden ayırdetmektir. Böylece aşağıdaki iddia, biçimsel mantık bakımından, tümdengelimsel olarak geçerlidir: Tüm bilimcilerin iki kafası vardır. Einstein bir bilimciydi. O halde, Einstein’ın iki kafası vardı. Çıkarımın geçerliliği konuya zerrece bağlı değildir. Böylece biçim içeriğin üzerine çıkarılır.

Elbette öncüllerinin doğruluğunu göstermeyen her muhakeme biçimi pratikte daha kötü ve yararsız olurdu. Öncüllerin doğru olduğu gösterilmelidir. Ama bu bizi bir çelişkiye götürür. Bir öncüller kümesini doğrulama süreci, otomatik olarak, yine yeri geldiğinde doğrulanması gereken yeni bir sorular kümesine yol açar. Hegel’in dikkat çektiği gibi, her öncül yeni bir kıyasa yol açar ve bu sonsuza kadar gider. Böylece, çok basit gibi görünen şeyin, son derece karmaşık ve çelişkili olduğu ortaya çıkar.

Çelişkilerin en büyüğü biçimsel mantığın bizzat temel öncüllerinde yatmaktadır. Güneşin altındaki her şeyin kendisini Yüce Kıyas Mahkemesinde gerekçelendirmesini isteyen mantık, ondan kendi önvarsayımlarını gerekçelendirmesi istendiğinde bütünüyle yolunu şaşırmakta, birdenbire eleştirel meziyetlerini yitirmekte ve inancın, sağduyunun, “apaçık” olanın, ya da nihai felsefi kaçamak olarak a priori’nin yardımına başvurmaktadır. Gerçek şudur ki, mantığın sözde aksiyomları kanıtlanmamış formüllerdir. Bunlar tam da, klasik geometrideki Eukleides (Öklid) prensipleri gibi, sonraki tüm formüllerin (teoremler) kendisinden türetildiği bir başlangıç noktası olarak alınmakta, herhangi bir kanıt olmaksızın doğru kabul edilmekte ve dolayısıyla bizim de bunların doğru olduğuna itimat etmemiz gerekmektedir.

Ama ya biçimsel mantığın temel aksiyomlarının yanlış olduğu ortaya çıkarsa? O zaman tam da, zavallı Bay Einstein’a ikinci bir kafa verdiğimiz durumla aynı konuma düşeriz. Mantığın ebedi yasalarının kusurlu olması hiç düşünülebilecek şey midir? Meseleyi daha yakından inceleyelim. Biçimsel mantığın temel yasaları şunlardır:

  1. Özdeşlik yasası (A = A)
  2. Çelişki yasası (A ¹ A')
  3. Ara durumun dışlanması yasası (A ¹ B)

Bu yasalar ilk bakışta son derece anlamlı görünür. Kim bunlardan yakınabilir ki? Oysa daha yakından bakıldığında bu yasaların felsefi nitelikte sorunlar ve çelişkilerle dolu olduğu görülür. Hegel, Mantık Bilimi’nde, Özdeşlik Yasasının eksiksiz bir analizini yapar ve onun tek yanlı, dolayısıyla yanlış olduğunu gösterir.

Öncelikle, her adımın öncekinden çıktığı zorunlu bir muhakeme zincirinin yanılsama olduğuna dikkat çekelim. Çelişki yasası özdeşlik yasasının yalnızca negatif [olumsuz] biçimde yeniden ortaya konuluşudur. Aynı şey ara durumun dışlanması yasası için de doğrudur. Söz konusu olan yalnızca ilk satırın değişik biçimlerde yinelenmesidir. Her şey özdeşlik yasası temeline (A = A) dayanır ya da indirgenir. İlk bakışta bu tartışmasızdır ve gerçekte tüm akılcı düşüncenin de kaynağıdır. Mantıkta Kutsalların Kutsalıdır ve sorgulanamaz. Yine de tüm zamanların en büyük kafalarından birisi tarafından sorgulandı.

Hans-Christian Andersen’in İmparatorun Yeni Elbisesi adlı hikâyesinde, bir dolandırıcı, oldukça aptal bir imparatora, çok güzel olduğu düşünülen ama görünmez olan yeni bir elbise satar. Avanak imparator, herkesin muhteşem olduğunda hemfikir olduğu güzel yeni elbisesiyle gezintiler yapar, ta ki küçük bir çocuğun imparatorun aslında çırılçıplak olduğunu gösterdiği güne kadar. Hegel biçimsel mantığı eleştirerek felsefeye buna benzer bir hizmette bulunmuştur. Biçimsel mantığı savunanlar, bundan dolayı onu asla affetmediler.

Sözde özdeşlik yasası gerçekte bir totolojidir. Paradoksal olarak, bu durum geleneksel mantıkta her zaman, bir kavramı tanımlarken yapılabilen en bariz hatalardan biri olarak görülmüştür. Bu, mantıksal olarak iler tutar yanı olmayan, tanımlanması gereken kısımda zaten içerilen şeyi sadece başka sözlerle yineleyen bir tanımdır. Bunu biraz daha somutlayalım. Öğretmen öğrencisine kedinin ne olduğunu sorar, öğrenci de gururla kedinin bir kedi olduğunu söyler. Böyle bir yanıt pek akıllıca görülmez. Her şeye rağmen, bir cümle genel olarak bir şey anlatmayı ister, ama bu cümle bize hiçbir şey anlatmamaktadır. Oysa bu pek parlak olmayan öğrencinin kedi tanımı, tüm parıltısı içinde, özdeşlik yasasının kusursuz bir ifadesidir. Söz konusu genç, derhal sınıfın en dibine gönderilir. Yine de, iki bin yıldan uzun süredir, en bilgili profesörler bunu en derin felsefi hakikat olarak değerlendirmekten memnuniyet duymaktadırlar.

Özdeşlik yasasının bir şey hakkında söylediği bütün şey, o şeyin o şey olduğudur. Tek bir adım ileri gitmeyiz. En genel ve boş soyutlama düzeyinde kalırız. Çünkü söz konusu nesnenin somut gerçekliği hakkında, onun özellikleri ve ilişkileri hakkında hiçbir şey öğrenmeyiz. Kedi kedidir; ben benim; sen sensin; insan doğası insan doğasıdır; şeyler oldukları gibidirler. Tek yanlı, biçimsel, dogmatik düşüncenin kusursuz bir ifadesi olan bu tür savların boşluğu, tüm kabalığı içinde göze çarpar.

O halde özdeşlik yasası geçersizdir, öyle mi? Tamamen değil. Onun da uygulamaları vardır, ama bunların kapsamı düşünülebilecek olandan çok daha sınırlıdır. Biçimsel mantığın yasaları bazı kavramları netleştirmede, tahlilde, adlandırmada, kataloglamada, tanımlamada yararlı olabilmektedir. Onun zarafet ve derli topluluk gibi erdemleri yerlerini korur. Biçimsel mantık, normal, basit, gündelik olgulara gayet iyi uyar. Ama hareket, ani sıçramalar, nitel değişimler içeren daha karmaşık olgularla uğraşırken bütünüyle yetersizdir ve aslında tamamen çöker.

Troçki’den alınan aşağıdaki parça, özdeşlik yasasına ilişkin olarak Hegel’in muhakeme çizgisini parlak biçimde özetlemektedir:

Burada sorunun özünü çok özlü bir biçimde açıklamaya çalışacağım. Aristocu basit kıyas mantığı, “A” eşittir “A”ya önermesinden hareket eder. Bu önerme, birçok pratik insan eylemi ve temel genellemeler için bir aksiyom olarak kabul edilir. Ama gerçekte “A”, “A”ya eşit değildir. Eğer bu iki harfi bir mercek altında incelersek, bunların birbirinden tamamen farklı olduğunu kanıtlamak oldukça kolaydır. Ancak buna şöyle bir itiraz gelebilir: sorun harflerin büyüklüğü ya da biçiminde değildir, çünkü bu harfler sadece eşit niceliklerin sembolüdürler, bir kilo şeker gibi. Bu itirazın konuyla ilgisi yoktur; gerçekte bir kilo şeker asla bir kilo şekere eşit değildir, daha hassas bir ölçüm arada her zaman bir fark olduğunu gösterecektir. Gene itiraz edilebilir: bir kilo şeker en azından kendisine eşittir. Bu itiraz da doğru değildir: bütün cisimler, büyüklük, ağırlık, renk, vb. bakımından sürekli olarak değişirler. Asla kendilerine eşit olamazlar. Bir sofist, bir kilo şekerin “belirli bir anda” kendisine eşit olduğu yanıtını verecektir. Olağanüstü belirsiz pratik değeri bir yana, bu “aksiyom”, teorik eleştiriye de dayanmaz. “An” sözcüğünü gerçekte nasıl kavrayacağız? Bu sonsuz küçük bir zaman aralığı ise, bu durumda bir kilo şeker bu “an” sırasında kaçınılmaz değişimlere maruz kalır. Yoksa “an” saf anlamda bir matematiksel soyutlama, yani bir sıfır zamanı mıdır? Ama her şey zaman içinde varolur; ve bizzat varlığın kendisi kesintisiz bir dönüşüm sürecidir; sonuç olarak, zaman, varlığın temel bir unsurudur. O halde “A” eşittir “A”ya aksiyomu, bir şeyin, değişmemesi, yani varolmaması halinde kendisine eşit olduğu anlamına gelir.

İlk bakışta bu incelikler “faydasız” görünebilir. Gerçekte ise kesin bir öneme sahiptirler. “A” eşittir “A”ya aksiyomu, bir yandan bütün bilgilerimizin kalkış noktası, öte yandan bilgilerimizdeki bütün hataların kalkış noktası olarak görünür. “A” eşittir “A”ya aksiyomunu sakıncasız biçimde kullanmak ancak belirli sınırlar içinde mümkündür. “A”daki nitel değişiklikler yapılacak iş bakımından ihmâl edilebilir olduğunda “A”nın “A”ya eşit olduğunu farzedebiliriz. Bir alıcı ile bir satıcı için bir kilo şekerin söz konusu olduğu durum buna örnektir. Güneşin ısısını da aynı şekilde düşünebiliriz. Yakın zamana kadar doların satın alma gücünü de aynı şekilde düşünüyorduk. Fakat nicel değişimler belirli sınırların ötesinde nitel değişimlere uğrarlar. Su veya gazyağına maruz kalan bir kilo şeker bir kilo şeker olmaktan çıkar. Bir başkasının tasarrufuyla bir dolar bir dolar olmaktan çıkar. Niceliğin niteliğe dönüştüğü kritik noktayı anında belirlemek, sosyoloji dahil bütün bilgi alanlarının en önemli ve en zor görevlerinden biridir. (…)

Diyalektik düşüncenin vulger düşünceyle ilişkisi, hareketli bir resmin bir fotoğrafla ilişkisi gibidir. Hareketli resim fotoğrafı geçersizleştirmez, bir dizi fotoğrafı hareket yasalarına göre birleştirir. Diyalektik, kıyası reddetmez, ancak bize kıyasları, kavrayışımızı sonsuz değişen gerçekliğe daha yakın hale getirecek bir tarzda birleştirmeyi öğretir. Hegel, Mantık’ında bir dizi yasa saptadı: niceliğin niteliğe dönüşümü, çelişkiler yoluyla gelişim, öz ve biçim çatışması, kesintili süreklilik, olasılığın kaçınılmazlığa dönüşmesi, vb. Bunlar, daha elementer görevler için basit kıyas ne kadar önemliyse, teorik düşünce için o kadar önemlidirler.[14]

 

Benzer durum, bir şeyi ya olumlamak ya yadsımak gerektiğini, bir şeyin ya siyah ya beyaz, ya canlı ya ölü, ya “A” ya “B” olması gerektiğini savunan, ara durumun dışlanması yasası için de söz konusudur. Aynı anda her ikisi birden olamaz. Normal gündelik amaçlar için bunu doğru kabul edebiliriz. Gerçekten de bu tür varsayımlar olmadan net ve tutarlı düşünce imkânsızdır. Dahası, teoride önemsiz hatalar olarak görünen şeyler, kendilerini er ya da geç pratikte hissettirirler, ve bu çoğunlukla büyük zararlar veren sonuçlarla olur. Aynı şekilde, bir jumbo jet kanadındaki saç teli inceliğinde bir çatlak önemsiz görünebilir ve düşük hızlarda gerçekten de dikkat çekmeyebilir. Ancak çok yüksek hızlarda bu küçük hata bir felâkete sebep olabilir. Engels Anti-Dühring’de, sözde ara durumun dışlanması yasasının kusurlarını şöyle açıklıyor:

Metafizikçi için, şeyler ve onların düşüncedeki yansımaları, kavramlar, tek başlarına, birbiri ardına ve diğeri olmadan incelenecek, katı, değişmez, tüm zamanlar için verili araştırma nesneleridir. O, birbirinden kopuk karşıtlıklar içinde düşünür: konuşması, evet, evet; hayır, hayırdır, bunun dışında her şey kötüdür. Bir şey onun için ya vardır ya yoktur; bir şey aynı anda hem kendisi, hem de başka bir şey olamaz. Pozitif ve negatif, birbirini mutlak olarak dışlar; neden ve sonuç da aynı şekilde katı bir karşıtlık içinde bulunur.

Bu düşünme tarzı, sağlıklı insan aklı denilen şeyin düşünme tarzı olduğu için, bize ilk bakışta son derece makul gelir. Ne var ki, sağlıklı insan aklı, kendi dört duvarının harcıalem alanında ne kadar saygın bir adam olursa olsun, geniş araştırma dünyasına girmeye kalkışınca, harika bir macera yaşar; ve metafizik anlayış tarzı, böylesi geniş, nesnenin doğasına göre genişleyen alanlarda ne kadar haklı ve hatta zorunlu olsa da, yine de her defasında, eninde sonunda, ötesinde tek yanlı, dar kafalı, soyut hale geldiği ve çözülmez çelişkilere saplandığı bir engele çarpar, çünkü tek tek şeylerden ötürü bunların bağıntısını, varlıklarından ötürü oluş ve yok oluşlarını, dinginliklerinden ötürü hareketlerini unutur, ağaçlardan ormanı görmez. Günlük olaylarda, örneğin, bir hayvanın varolup olmadığını biliriz ve kesin olarak söyleyebiliriz; fakat daha yakından araştırdığımızda, ana karnındaki çocuğun onun ötesinde öldürülmesinin cinayet olduğu rasyonel sınırı bulmak için boşuna ter döken hukukçuların da bildiği gibi, bunun kimi zaman son derece karmaşık bir mesele olduğunu görürüz; ve fizyoloji, ölümün bir kerelik anlık bir olay değil, tam tersine çok uzun bir süreç olduğunu kanıtladığı için, ölüm anını saptamak da aynı şekilde imkânsızdır.

Aynı şekilde, her organik varlık, her an hem kendisidir, hem değildir; her an dışarıdan verilen maddeleri işler ve diğerlerini atar, her an vücudunun hücreleri ölür ve yenileri oluşur; zamanın uzunluk ya da kısalığına göre, bu vücudun maddeleri tümüyle yenilenir, yerini başka madde atomları alır, öyle ki, her organik varlık daima hem kendisi ve yine de bir başkasıdır.[15]

 

Diyalektik mantıkla biçimsel mantık arasındaki ilişki, kuantum mekaniğiyle klasik mekanik arasındaki ilişkiyle karşılaştırılabilir. Bunlar birbiriyle çelişmez, birbirini tamamlarlar. Klasik mekaniğin yasaları hâlâ muazzam sayıda işlem için geçerlidir. Ancak bunlar, sonsuz küçük büyüklükleri ve olağanüstü hızları içeren atomaltı parçacıklar dünyasına yeterince uygulanamazlar. Benzer şekilde, Eins­tein da Newton’un yerini almamış, yalnızca Newton sisteminin işlerlik sınırlarını açığa çıkarmıştır.

Biçimsel mantık da (ki “sağduyu” biçiminde, yaygın bir önyargı gücüne kavuşmuştur) bütün bir gündelik deneyimler dizisi için eş derecede işlerliğini korumaktadır. Ancak, özde statik bir görüş noktasından hareket eden biçimsel mantığın yasaları, daha karmaşık, değişken ve çelişkili olgularla uğraşırken kaçınılmaz olarak çöker. Kaos teorisinin dilini kullanacak olursak, biçimsel mantığın “lineer” denklemleri, tüm doğada, toplumda ve tarihte gözlenebilen türbülanslı süreçlerle başa çıkamaz. Sadece diyalektik yöntem bu amaca ulaşmada yeterli olacaktır.

Mantık ve Atomaltı Dünya

Geleneksel mantığın yetersizlikleri, diyalektik bakış açısından çok uzak başka filozoflar tarafından da kavranmıştır. Genelde Anglo-Sakson dünyasında ampirizme ve tümevarımcı muhakemeye daha büyük bir eğilim olmuştur. Ancak bilim hâlâ, ona kendi sonuçlarını değerlendirmesini sağlayacak ve karışık olgular ve istatistikler yığını arasında onun adımlarına, Ariadne’nin labirentteki ip yumağı gibi kılavuzluk edecek felsefi bir çerçeveye ihtiyaç duymaktadır. Salt “sağduyuya” ya da “olgulara” başvurmak yetmez.

Kıyasçı düşünce, yani soyut tümdengelimci yöntem, Fransız geleneğinde, özellikle Descartes’tan beri, çok yaygındır. Tümüyle farklı olan İngiliz geleneği büyük oranda ampirizmden etkilenmiştir. Bu düşünce okulu, erken bir dönemde, Britanya’dan derin kökler saldığı Birleşik Devletler’e ithal edilmiştir. Bu yüzden, biçimsel-tümdengelimci düşünce tarzı, hiç de Anglo-Sakson entelektüel geleneğinin karakteristiği değildir. “Tam tersine” diyor Troçki, “bilimsel araştırmanın birçok alanında İngilizleri muazzam atılımlar yapmaktan alıkoyma­yan bu düşünce okulunun, saf kıyasa yönelik bir yüce-ampirik aşağılamayla ayırdedildiğini söylemek mümkündür. Eğer bu, gerçekten olması gerektiği gibi son noktasına kadar götürülecek olursa, kıyasın ampirikçe gözardı edilişinin, diyalektik düşüncenin ilkel bir biçimi olduğu sonucuna varmamak imkânsız olur.”

Ampirizm tarihsel olarak hem ilerici (dine ve ortaçağ dogmatizmine karşı mücadelede) hem de olumsuz (materyalizmin aşırı dar yorumu, geniş teorik genellemelere karşı durma) bir rol oynamıştır. Locke’un, insan zekâsında duyulardan türetilmemiş hiçbir şey olmadığı yolundaki ünlü savı son derece doğru bir fikrin nüvesini barındırmaktadır, ama tek yanlı biçimde ortaya konulduğu için, felsefenin sonraki gelişimi üzerinde en zararlısından sonuçlara yol açabilmiş ve açmıştır. Troçki katledilişinden kısa bir süre önce buna ilişkin olarak şunları yazmıştı:

“Deneyim yoluyla sağlananlar dışında, dünya hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.” Eğer deneyim, doğrudan beş duyumuzun tanıklığı olarak anlaşılmıyorsa, bu doğrudur. Eğer meseleyi dar ampirik anlamda deneyime indirgersek, o zaman, ne türlerin kökeni konusunda, ne de daha zorlu bir konu olarak yerkabuğunun oluşumu hakkında herhangi bir hükme varmak bizim için imkânsız olur. Her şeyin temelinin deneyim olduğunu söylemek, ya çok şey söylemektir ya da hiçbir şey söylememektir. Deneyim, özne ve nesne arasındaki aktif karşılıklı ilişkidir. Deneyimi bu kategorinin dışında, yani bunun karşısına çıkarılmış ve diğer bir bakış açısıyla bu çevrenin bir parçası olan araştırmacının nesnel maddi çevresi dışında tahlil etmek, bunu yapmak, onu, içinde ne nesnenin ne de öznenin olmadığı, ama sadece deneyime dair mistik bir formülün olduğu şekilsiz bir birlik içinde eritmektir. Böylesi bir “deney” ya da “deneyim” ancak ana karnındaki bebeğe özgüdür, ama ne yazık ki bebek, kendi deneyinin bilimsel sonuçlarını paylaşma fırsatından mahrumdur.[16]

 

Kuantum mekaniğinin kesinsizlik ilkesi sıradan nesnelere değil, yalnızca atomlara ve atomaltı parçacılara uygulanabilir. Atomaltı parçacıklar “sıradan” dünyanın uyduğu yasalardan farklı yasalara uyarlar. Bu parçacıklar, örneğin saniyede 1500 metre gibi inanılmaz hızlarla hareket ederler. Aynı anda farklı yönlerde hareket edebilirler. Durum böyleyken gündelik deneyimde geçerli düşünce biçimleri artık geçerliliklerini yitirirler. Biçimsel mantık fayda etmez. Onun siyah ve beyaz, ya evet ya hayır, ya kabul edersin, ya vazgeçersin gibi kategorilerinin, bu akışkan, istikrarsız ve çelişkili gerçeklikle hiçbir temas noktası yoktur. Tüm yapabileceğimiz, beraberinde getirdiği sonsuz sayıda olasılıkla birlikte, söz konusu olanın muhtemelen falanca falanca hareket olduğunu söylemektir. Biçimsel mantığın öncüllerinden hareket etmenin uzağında olan kuantum mekaniği, tekil parçacıkların “tekil olmadıklarını” ileri sürerek Özdeşlik Yasasını ihlâl eder. Özdeşlik Yasası bu düzeyde uygulanamaz, çünkü tekil parçacıkların “kimlikleri” saptanamaz. Uzun “dalga mı, parçacık mı” tartışmasının nedeni budur. Her ikisi de olamaz! Burada “A” “A'” olmakta, ve “A” gerçekten aynı zamanda “B” de olabilmektedir. Bu nedenledir ki, bir elektronun konumunu ve hızını, biçimsel mantığın şık ve kesin tarzında “tespit etmek” imkânsızdır. Bu, biçimsel mantık ve sağduyu için ciddi bir sorundur, ama diyalektik ve kuantum mekaniği için değil. Bir elektron hem dalga hem de parçacık niteliklerine sahiptir ve bu deneysel olarak gösterilmiştir.

1932’de Heisenberg, çekirdek içindeki protonların, değiş-tokuş kuvveti dediği bir şey tarafından bir arada tutulduklarını ileri sürdü. Bu, proton ve nötronların sürekli olarak kimlik değiştirdikleri anlamına geliyordu. Verili her parçacık, protondan nötrona ve tekrar geri protona dönüşmek suretiyle sürekli bir akış halindedir. Çekirdek ancak bu şekilde bir arada durmaktadır. Bir proton diğer bir proton tarafından itilme fırsatı bulamadan, bir nötrona, ya da tersi, bir nötron bir protona dönüşmektedir. Parçacıkların kendi karşıtlarına dönüştükleri bu süreç kesintisiz biçimde gerçekleşir, öyle ki, verili bir anda bir parçacığın bir proton mu, yoksa bir nötron mu olduğunu söylemek imkânsızdır. Gerçekte her ikisidir de: hem odur hem değildir.

Elektronlar arasındaki kimlik değiş-tokuşu basit bir konum değişimi anlamına değil, “A” elektronunun “B” elektronuyla, diyelim %60 “A” ve %40 “B” (ya da tersi) oranında bir “karışım” oluşturmak üzere karşılıklı iç içe geçtiği karmaşık bir süreç anlamına gelir. Daha sonra onlar, bir yanda “A” ve diğer yanda “B” olmak üzere kimliklerini tümüyle değiştirebilirler. O zaman akış, elektronların kimliklerinin belirsiz bir biçimde sürüp giden ritmik bir karşılıklı değiş-tokuşuyla birlikte, sürekli bir salınım içinde tersine döner. Eski katı, sabit Özdeşlik Yasası, tüm varlığın temelinde yatan ve bilimsel ifadesine Pauli dışlama ilkesinde kavuşan bu tür gelgitli bir değişken kimlik karşısında bütünüyle kaybolur gider.

Böylece, 2500 yıl sonra Herakleitos’un “her şey akar” ilkesinin harfi harfine doğru olduğu ortaya çıkar. Burada söz konusu olan yalnızca kesintisiz bir değişim ve hareket değil, aynı zamanda evrensel bir karşılıklı bağıntılılık ve karşıtların birliği ve karşılıklı iç içe geçme sürecidir. Elektronlar yalnızca birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırmakla kalmazlar, onlar gerçekten birbirlerinin içine geçerler ve birbirine dönüşürler. Platon’un statik, değişmeyen idealist evreninden ne kadar da uzak! Bir elektronun konumu nasıl saptanır? Ona bakarak. Peki momentumu nasıl belirlenir? İki kere bakarak. Ama bu sefer, sonsuz ölçüde küçük bir zaman diliminde olsa bile, elektron değişmiştir ve artık eskiden olduğu gibi değildir. O artık başka bir şeydir. Hem bir parçacık (bir “şey,” bir “nokta”) hem de bir dalgadır (bir “süreç”, hareket, oluş). Vardır ve yoktur. Biçimsel mantığın klasik mekanikte kullanılan eski siyah ve beyaz yöntemi, olgunun gerçek doğası nedeniyle bir sonuç veremez.

1963’te Japon fizikçiler, nötrino olarak bilinen çok küçük parçacığın uzayda çok yüksek hızlarla hareket ederken kimliğini değiştirdiğini ileri sürdüler. Bir noktada bir elektron-nötrinosu iken, diğer bir noktada bir müon-nötrinosu ve bir diğerinde de bir taon-nötrinosu olmaktadır vb. Eğer bu doğruysa, zaten bütünüyle darbe üstüne darbe yemiş olan özdeşlik yasasının, nihai ölüm darbesini almış olduğu söylenebilir. Böyle katı, siyah-beyaz bir tasavvur, açıktır ki, modern bilimce tarif edilmiş, doğanın herhangi bir karmaşık ve çelişkili olgusunun meydan okuması karşısında kifayetsiz kalır.

Modern Mantık

Mantığı zamana uydurmak için 19. yüzyılda bir dizi girişim yapıldı (George Boyle, Ernst Schröder, Gotlob Frege, Bertrand Russell ve A. N. Whitehead). Fakat, işin içine sembollerin katılması ve birtakım çekidüzen vermeler dışında bu alanda gerçek bir değişiklik yoktur. Sözgelimi dil felsefecileri tarafından büyük sözler edildi, ama bunların pek temeli yoktu. Semantik (ki bir savın geçerliliği sorunuyla uğraşır) sentakstan (ki o da aksiyom ve öncüllerden sonuçların çıkarılabilirliği sorunuyla uğraşır) ayrıştırıldı. Bunun yeni bir şey olduğu sanıldı, oysa bu, gerçekte, eski Yunanlıların çok iyi bildiği, mantık ve retorik arasındaki eski ayrımın bir kez daha elden geçirilmesinden başka bir şey değildi. Modern mantık tümel cümleler arasındaki mantıksal ilişkilere dayanır. İlgi odağı, kıyastan farazi ve ayrık argümanlara kaymıştır. Bu pek de soluk verici yeni bir sıçrama değildir. İşe kıyaslar yerine cümlelerle (yargılarla) başlanabilir. Hegel bunu Mantık adlı eserinde yapmıştı. Bu düşüncede büyük bir devrim olmaktan çok, destedeki kartların yeniden karılmasına benzer.

Russell ve Wittgenstein tarafından geliştirilen sözde “atomik yöntem” (ki daha sonra Wittgenstein tarafından reddedilmiştir), fizikle yüzeysel ve bulanık bir analoji kurarak, dili kendi “atomlarına” ayırmaya çalıştı. Dilin temel atomunun, basit cümle olduğu varsayıldı. Ondan da bileşik cümleler çıkıyordu. Wittgenstein her bilim –fizik, biyoloji, ve hatta psikoloji– için bir “biçimsel dil” geliştirmenin hayalini kurdu. Cümleler, eski özdeşlik, çelişki ve ara durumun dışlanması yasalarına dayanan bir “gerçek testine” tâbi tutuldular. Gerçekte temel yöntem tamamen aynı kalmıştı. “Gerçek değer”, bir “ya ... ya da”, “evet ya da hayır”, “doğru ya da yanlış” sorunudur. Yeni mantık, önermeler mantığı olarak anılmaktadır. Ama gerçek şu ki, bu sistem eskiden en temel (kategorik) kıyasın ele aldığı argümanlarla bile başa çıkamamaktadır. Dağ fare doğurmuştur.

Gerçek şudur ki, “maddenin yapı taşları”nın linguistik eşdeğeri olduğu düşünülmesine rağmen, basit cümle bile gerçekte anlaşılmamıştır. En basit yargı bile, Hegel’in işaret ettiği gibi, bir çelişki barındırır. “Sezar bir insandır”, “Fido bir köpektir”, “ağaç yeşildir”, hepsi özelin evrensel olduğunu dile getirirler. Bu cümleler basit görünürler, ama gerçekte öyle değildirler. Sadece doğa ve toplumdan değil, düşünce ve dilden de tüm çelişkileri kapı dışarı etmeye azmetmiş biçimsel mantık için bu bir yasak kitaptır. Önermeler mantığı, Aristoteles tarafından İ.Ö. 4. yüzyılda geliştirilmiş aynı temel postülalardan, yani ilâve olarak çift yadsıma yasasının da eklendiği, özdeşlik yasası, çelişki (çelişmezlik) yasası ve ara durumun dışlanması yasasından hareket eder. Normal harfler yerine sembollerle ifade edilen bu postülalar şöyledir:

  1. p = p
  2. p = ~ p
  3. p V = ~ p
  4. ~ (p ~ p)

Tüm bunlar gayet güzel görünmekle beraber, kıyasın içeriğinden zerrece farklı değildirler. Dahası, sembolik mantığın kendisi de yeni bir fikir değildir. Her ne kadar hiç yayınlamamış olsa da, 1680’lerde Alman filozofu Leibniz’in verimli beyni bir sembolik mantık yaratmıştı.

Mantığa sembollerin sokulması, eninde sonunda bunların sözcük ve kavramlara çevrilmek zorunda olması gibi basit bir nedenden dolayı, bizi tek bir adım bile ileri götürmez. Bunların, bilgisayarlar ve benzeri bazı teknik işlemlerde daha güvenilir olan bir kısaltma biçimi olarak avantajları vardır, ama içerik eskisiyle tıpatıp aynıdır. Kafa karıştırıcı matematiksel semboller dizisine, tıpkı Mısır ve Babil’in rahip kastlarının, bilgilerini kendilerine saklamak için gizli sözcükler ve gizli semboller kullanmaları gibi, adeta kasıtlı olarak tasarlanmış gerçek bir Bizans jargonu eşlik eder. Tek fark, onların gerçekte, örneğin göksel cisimlerin hareketi gibi, neyin bilmeye değer olduğunu bilmeleriydi, ki bunu modern mantıkçılar için söylemek mümkün değildir.

Monadik yüklemler”, “niceleyiciler”, “tekil değişkenler” vesaire gibi terimler, biçimsel mantığın dikkate alınması gereken bir bilim olduğu izlenimini vermek için tasarlanmıştır, zira insanların çoğu için anlaşılması çok güçtür.* Üzülerek söyleyelim ki, bir inançlar bütününün bilimsel değeri, dilinin kapalılığıyla doğru orantılı değildir. Eğer öyle olsaydı, tarihteki her dinsel mistik, hepsi bir arada, Newton, Darwin ve Einstein kadar büyük bir bilimci olurdu.

Moliere’nin Kibarlık Budalası adlı komedisinde M. Jourdain, tüm hayatı boyunca farkına varmaksızın yavan konuştuğu kendisine söylendiğinde çok şaşırır. Modern mantığın yaptığı, tüm eski kategorileri tekrarlamaktan ibarettir, ama o, hiçbir surette yeni bir şey söylenmediği gerçeğini gizlemek için, işin içine birkaç sembol ve kulağa hoş gelen terim katmaktadır. Aristoteles uzun zaman önce “monadik yüklemler”i (bir özelliği bir bireye atfeden ifadeler) kullandı. Şüphesiz Aristoteles de, M. Jourdain gibi, bilmeden, hep Monadik Yüklemleri kullanmış olduğunu keşfetmekten mutluluk duyardı. Ama bu, gerçekte yapmakta olduğu şeyde küçücük bir fark bile yaratmazdı. Yeni etiketlerin kullanılması, kavanozdaki reçelin muhtevasını değiştirmez. Aynı şekilde jargon kullanımı da, çağdışı düşünce biçimlerini daha geçerli kılmaz.

Hazin gerçek şudur ki, biçimsel mantık 20. yüzyılda kendi sınırlarına ulaşmıştır. Bilimin her yeni ilerlemesi ona yeni bir darbe indirmektedir. Tüm biçimsel değişikliklere rağmen temel yasalar aynı kalmıştır. Bir şey nettir. Son yüz yıl içinde biçimsel mantıkta, önce önermeler mantığı, sonra da alt yüklemler mantığı ile gerçekleşen gelişmeler konuyu öyle rafine bir noktaya getirmiştir ki, artık daha öte gelişme olanaksızdır. En kapsamlı biçimsel mantık sistemine ulaşmış bulunuyoruz, artık herhangi bir ekleme kesinlikle yeni hiçbir şey katmayacaktır. Biçimsel mantık söylemesi gereken her şeyi söylemiştir. Gerçeği söylemek gerekirse, o bu aşamaya ulaşalı uzun zaman olmuştur.

Son zamanlarda zemin, muhakeme noktasından sonuç türetimi noktasına kaymıştır. “Mantığın teoremleri nasıl türetilmiştir?” Bu oldukça zayıf bir zemindir. Biçimsel mantığın temeli geçmişte hep doğru kabul edilmişti. Biçimsel mantığın teorik temellerinin baştan sona bir araştırılması, kaçınılmaz olarak bunları karşıtlarına dönüştürmekle sonuçlanır. Matematikte Sezgici Ekolün kurucusu olan Arend Heyting, klasik matematikte kullanılan bazı kanıtların geçerliliğini reddetmektedir. Ancak, mantıkçıların çoğu eski biçimsel mantık yasalarına, boğulan adamın saman çöpüne yapışması gibi umutsuzca sarılmaktadır.

Öklid-dışı bir geometri olması anlamında Aristoteles-dışı bir mantık olduğuna, yani Aristocu çelişki ilkesi ve ara durumun dışlanması ilkesinin tersinin doğru olduğu ve bunlardan geçerli çıkarımlar yapıldığı bir mantık sistemine inanmıyoruz.[17]

Bugün biçimsel mantığın iki ana dalı vardır: önermeler mantığı ve yüklemler mantığı. Hepsi, “mümkün tüm dünyalarda”, her koşulda doğru olduğu varsayı­lan aksiyomlardan yola çıkar. Temel sınama hâlâ, çelişkiden arınmışlıktır. Çelişkili her şey “geçersiz” olmaya mahkûmdur. Bunun, meselâ basit bir evet-hayır işlemine ayarlanmış bilgisayarlarda bir uygulaması vardır. Ne var ki, gerçekte bu tür tüm aksiyomlar totolojidir. Bu boş biçimler hemen her tür içerikle doldurulabilirler. Bunlar mekanik ve dışsal bir biçimde her konuya uygulanırlar. Basit lineer süreçler söz konusu olduğunda, işlerini tolere edilebilir sınırlar içinde görürler. Bu önemlidir, çünkü doğa ve toplumdaki birçok süreç aslında bu biçimde işler. Ama daha karmaşık, çelişkili ve nonlineer olgulara geldiğimizde biçimsel mantığın yasaları çöker. Bu yasaların, Engels’in açıkladığı gibi, “mümkün tüm dünyalarda” geçerli evrensel hakikatler olmaktan çok uzak, uygulamada hayli sınırlı oldukları, ve bütün bir dizi durumda kendi kifayetsizliklerini çabucak ispatladıkları derhal açığa çıkar. Dahası bu durumlar 20. yüzyılın büyük bölümünde bilimin, özellikle onun en yenilikçi bölümlerinin tam da dikkatini çeken türde durumlardır.


[1] aktaran: A. A. Luce, Logic (Mantık), s.8.

[2] LCW, cilt 38, s .171. [bkz. Felsefe Defterleri, s.138]

* Türbülans: Bir akışkan içerisinde düzensiz, karmaşık, küçük girdaplar ve gelgitlerle oluşan hareketlilik durumu. (ç.n.)

[3] M. Donaldson, Making Sense (Anlamak), s.98-99.

[4] M. Donaldson, Children’s Minds, s.76.

[5] Trotsky, Writings, 1939-40, s.400.

* Mantıksal Pozitivistler: Öznel-idealist ampirizmi mantıksal analiz yöntemiyle birleştirmeye çabalayan bir pozitivizm çeşidi.

[6] A. A. Luce, Logic, s.83.

[7] Kant, Critique of Pure Reason, s.99, dipnot. [Arı Usun Eleştirisi, İdea Y., 1993, s. 101]

[8] Engels, Dialectics of Nature, s.64-5. [Doğanın Diyalektiği, s.59-60]

[9] R. P. Feynman, Lectures on Physics, 1. bölüm, s.2.

[10] Kant, Prolegomena zu einer jeden künftigen Metaphysik, aktaran: E. V. Ilyenkov, Dialectical Logic (Diyalektik Mantık), s.90.

[11] Engels, Anti-Dühring, s.43. [Anti-Dühring, s.92]

[12] Trotsky, Writings, 1939-40, s.399 ve 400.

[13] Trotsky, In Defense of Marxism, s.65, vurgu bizim. [Marksizmi Savunurken, s.83]

[14] Trotsky, In Defense of Marxism, s.65-66, vurgu bizim. [Marksizmi Savunurken, s.83-84]

[15] Engels, Anti-Dühring, s.26-27. [Anti-Dühring, s.72-73]

[16] Trotsky, Writings, 1939-40, s.401 ve 403.

* Monad: Birincil bir organik birim. Bir değerliğine sahip kimyasal element. Leibniz’in idealist felsefesinde merkezi bir rol oynamıştır.

[17] Cohen ve Nagel, An Introduction to Logic and the Scientific Method (Mantığa ve Bilimsel Yönteme Giriş), s.vii.