1. GİRİŞ

Çok derin bir tarihsel değişim döneminden geçiyoruz. Kırk yıl süren emsalsiz ekonomik büyüme döneminin ardından, piyasa ekonomisi kendi sınırlarına ulaşıyor. Tüm barbarca suçlarına rağmen kapitalizm, doğuş döneminde üretici güçleri devrimcileştirmiş, böylece yeni bir toplumsal sistemin temellerini döşe­mişti. Birinci Dünya Savaşı ve Rus Devrimi, kapitalizmin tarihsel rolünde kesin bir değişimin sinyallerini verdi. Kapitalizm üretici güçleri geliştiren bir araç olmaktan çıkıp, ekonomik ve toplumsal gelişmenin önünde muazzam bir engele dönüşmüştü. 1948-73 sürecinde Batıdaki yükselme dönemi, yeni bir şafağın habercisi gibi göründüyse de, nimetler bir avuç gelişmiş kapitalist ülkeyle sınırlıydı. İnsanlığın Üçüncü Dünyada yaşayan üçte ikisi için, kitlesel işsizlik, yoksulluk, savaşlar ve eşi görülmemiş bir sömürü tablosu hakimdi. Kapitalizmin bu dönemi 1973-74 sözde “petrol krizi” ile son buldu. O günden bu yana, savaş sonrası dönemde erişmiş oldukları türden bir büyümeyi ve istihdam düzeylerini geri getirmeyi başaramadılar.

İflâh olmaz bir çöküşe yakalanan her toplumsal sistem, kendisini kültürel çürümeyle ifade eder. Bunun yüzlerce görünüş biçimi vardır. Özellikle enteli­jensiya arasında, geleceğe ilişkin genel bir endişe ve karamsarlık hali yayılır. Daha dün kendinden emin bir biçimde insanın ilerlemesinin ve gelişiminin kaçınılmazlığından söz edenler, şimdi yalnızca karanlık ve belirsizlik görürler. İki korkunç dünya savaşına, ekonomik çöküşe ve savaş arası dönemin faşizm kâbusuna tanıklık eden 20. yüzyıl, sendeleye sendeleye sona doğru yürüyor. Bu felâketler kapitalizmin ilerici evresinin artık mazide kaldığına dair sert uyarılardı.

Kapitalizmin krizi hayatın her alanına yayılmış durumda. Söz konusu olan yalnızca ekonomik bir olgu değildir. Aynı olgu, spekülasyon ve çürümede, uyuş­turucu kullanımında, şiddette, her tarafı saran egoizmde ve başkalarının çekti­ği acılara kayıtsızlıkta, burjuva ailenin parçalanmasında, burjuva ahlâkının, kültürünün ve felsefesinin krizinde yansımasını buluyor. Başka türlü nasıl olabilirdi ki? Krizdeki toplumsal sistemlerin belirtilerinden birisi, egemen sınıfın kendini artan ölçüde toplumun gelişimi önünde bir engel olarak hissetmesidir.

Marx, her toplumun egemen fikirlerinin egemen sınıfın fikirleri olduğuna işaret etmişti. Burjuvazi en parlak dönemlerinde, uygarlığın sınırlarını genişlete­rek ilerici bir rol oynamakla kalmamıştı; aynı zamanda meselenin de bilincin­dey­di. Oysa şimdi sermayenin stratejistleri karamsarlığa gömülmüş durumda. Bu stratejistler, tarihsel olarak ölmeye yazgılı bir sistemin temsilcisi oldukları halde, gerçeği kabul edemiyorlar. Bugün burjuvazinin düşünce tarzına damgasını vuran belirleyici faktör bu ana çelişkidir. Lenin bir keresinde uçurumun kenarındaki bir insanın akıl yürütemeyeceğini söylemişti.

Bilincin Geriden Gelmesi

Felsefi idealizmin önyargısının aksine, insan bilinci genelde olağanüstü tutucudur ve daima toplumun, teknolojinin ve üretici güçlerin gelişiminin çok gerisinde kalma eğilimindedir. “Normal” tarihsel dönemlerde, alışkanlığın, biteviyeliğin ve geleneğin ağır yükü, kökleri türün uzak geçmişinde yatan kendini koruma içgüdüsüyle, çiğnene çiğnene aşınmış yollara inatla bağlı kalan insanların zihnine, Marx’ın tabiriyle bir Alp gibi çöker. Ancak, tarihin olağanüs­tü dönemlerinde, toplumsal ve ahlâki düzen dayanılmaz basınçların gerilimi altında çatırdamaya başladığında, halk kitleleri, içine doğdukları dünyayı sorgulamaya ve bir ömür boyu taşıdıkları inanç ve önyargılardan kuşkulanmaya başlar.

Kapitalizmin doğuş çağı böylesi bir çağdı ve feodalizm altındaki uzun kış uykusunun ardından Avrupa’nın büyük kültürel yeniden uyanışını ve ruhsal yeniden doğuşunu müjdeliyordu. Tarihsel yükseliş döneminde burjuvazi, sadece üretici güçleri geliştirerek ve böylece insanlığın doğa üzerindeki hakimiyetini güçlü biçimde yayarak değil, bilim, bilgi ve kültürün sınırlarını genişleterek de çok ilerici bir rol oynadı. Luther, Michelangelo, Leonardo, Dürer, Bacon, Kepler, Galileo ve uygarlık ışığının diğer kâşifleri, insanlığın Reformasyon ve Rönesans tarafından açılan kültürel ve bilimsel ilerlemesinin geniş yolunu aydınlatan bir yıldızlar topluluğuna benzerler. Bununla birlikte böylesi devrimci dönemler kolayca ya da otomatik olarak ortaya çıkmazlar. İlerlemenin bedeli mücadeledir; eskiye karşı yeninin, ölüme karşı yaşamın, geçmişe karşı geleceğin mücadelesi.

İtalya’da, Hollanda’da, İngiltere’de ve daha sonra Fransa’da burjuvazinin yükselişine, kültür, sanat ve bilimin olağanüstü bir gelişimi eşlik etti. Bunun bir örneğinin bulunması için, dönüp geriye, antik Atina’ya bakmak gerekir. Özellikle burjuva devriminin 17. ve 18. yüzyıllarda zafer kazandığı bu ülkelerde, üretici güçlerin ve teknolojinin gelişimine, Kilisenin ideolojik tahakkümünün temellerini şiddetli bir biçimde sarsan paralel bir bilimsel ve düşünsel gelişme eşlik etti.

Politik biçimi bakımından burjuva devrimin klasik ülkesi olan Fransa’da, burjuvazi, 1789-93’te kendi devrimini Aklın bayrağı altında gerçekleştirdi. Bastille’in aşılması güç duvarlarını yıkmadan uzun süre önce, insanların zihinle­rin­de­ki dinsel hurafenin, görülmez ama hiç de aşılması daha az güç olmayan duvarlarını yıkmak gerekmişti. Devrimci gençlik dönemindeki Fransız burjuva­zi­si, akılcı ve ateistti. İktidara yerleştikten sonradır ki mülk savunucuları, yeni bir devrimci sınıfla karşı karşıya kalıp, gençliklerinin ideolojik bagajlarını denize attılar.

Fransa büyük devriminin iki yüzüncü yıldönümünü kutlayalı çok olmadı. İki yüzyıl önceki bir devrimin anısının bile düzen sahiplerini ne kadar huzursuz ettiğini görmek tuhaftı. Fransız egemen sınıfının kendi devrimine karşı tutumu, artık tekrarlayacak durumda olmadığı gençliğinin günahlarını reddederek saygınlık –ve belki de cennete kabul– bileti kazanmayı deneyen eski bir hovar­da­nın tutumunu anımsatıyordu canlı bir şekilde. Bütün egemen ayrıcalıklı sınıflar gibi kapitalist sınıf da, yalnızca topluma değil kendisine de varlığını haklı göstermeye çalışır. Mevcut durumu haklı göstermeye ve mevcut toplumsal ilişkileri kutsamaya hizmet edecek ideolojik dayanak noktaları arayışında, Ana Kilisenin büyülerini hızla yeniden keşfettiler; özellikle Paris Komünü zama­nında tattıkları ölümcül korkudan sonra. Sacré Coeur kilisesi, burjuvazinin mimari hamkafalılı­ğın diline çevrilmiş devrim korkusunun somut bir ifadesidir.

Marx (1818-83) ve Engels (1820-95), tüm insanlığın ilerlemesindeki temel devindirici gücün üretici güçlerin gelişimi –sanayi, tarım, bilim ve teknik– olduğunu açıkladılar. Bu gerçekten büyük bir teorik genellemedir ve bu olmak­sı­zın genel olarak insanlık tarihinin hareketini anlamak olanaksızdır. Ama bu, dürüstlükten yoksun ya da cahil Marksizm iftiracılarının göstermeye çalıştıkları gibi, Marx’ın “her şeyi ekonomiye indirgediği” anlamına gelmez. Diyalektik ve tarihsel materyalizm, din, sanat, bilim, ahlâk, yasa, politika, gelenek, ulusal özellikler ve insan bilincinin her türden diğer görünümleri gibi olguları tamamen hesaba katar. Fakat bu kadarla kalmayarak, bunların gerçek içeriğini, toplumun güncel gelişimiyle nasıl ilişkili olduklarını ve toplumun bu gelişiminin, son tahlilde kendi varoluşunun maddi koşullarını yeniden üretme ve geliştirme kapasitesine bağlı olduğunu gösterir. Bu konuda Engels şunları yazmıştı:

Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken, son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de hiçbir zaman bundan daha fazlasını ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi birisi ekono­mik etken tekbiçimini belirlemekte üstün gelir. [1]

belirleyicidir demek üzere bu önermeyi çarpıtırsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir, ama çeşitli üstyapı öğeleri de –sınıf mücadelesinin politik biçimleri ve sonuçları, yani çarpışma bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıflar tarafından kurulan yapılar, vb., hukuksal biçimler, ve bütün bu güncel mücadelelerin onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve ayrıca bunların dogmatik sistemlere gelişmeleri– tarihsel mücadelelerin gidişatı üzerinde etki yapar ve birçok durumda bunların

Tarihsel materyalizmin, genel olarak, insan bilincinin üretici güçlerin gelişiminin gerisinde kalma eğiliminde olduğu iddiası, bazılarına paradoks gibi gelir. Oysa bilimin başarılarının en yüksek düzeye ulaştığı Birleşik Devletler’de bu olgu kendisini her biçimde göstere göstere ifade etmektedir. İnsanların kendi yaşamları ve çevre üzerinde bilinçli kontrol uyguladıkları akılcı bir sosyoekono­mik sistemin kurulması sayesinde, teknolojinin sürekli ilerlemesi, insanların gerçek kurtuluşunu getirecek ön koşuldur. Ama burada, bilim ve teknolojinin hızlı gelişimiyle insan düşüncesinin olağanüstü geriden gelişi arasındaki tezat, en aşikâr biçimde ortaya çıkar.

ABD’de her on kişiden dokuzu yüce bir varlığın mevcudiyetine ve her on kişiden yedisi de ölümden sonraki yaşama inanmaktadır. Uzay gemisiyle dünya­nın etrafını dolaşmayı başaran ilk Amerikalı astronottan, yeryüzündekilere radyo aracılığıyla bir mesaj göndermesi istendiğinde, anlamlı bir seçim yaptı. Tüm dünya literatüründen, Tekvin kitabının ilk cümlesini seçti: “Başlangıçta Tanrı gökleri ve yeri yarattı.” O güne dek görülmüş en ileri teknoloji ürünü olan uzayge­mi­sin­de oturan bu adamın aklı, ağzına kadar, ilkel dönemlerden kalma ve çok az değişiklik geçirerek kuşaktan kuşağa aktarılan hurafelerle ve hayaletlerle doluydu.

Yetmiş yıl önce, 1925’in ünlü “maymun duruşması”nda, John Scopes adında bir öğretmen, Tennesse eyaletinin yasalarına karşı koyarak evrim teorisini öğret­mek­ten suçlu bulundu. Duruşma, aslında, Birleşik Devletler Yüksek Mahkeme­si­nin, yaratılış teorilerinin öğretilmesinin devlet okullarında din öğretimine ilişkin anayasal yasağın ihlâli olduğuna hükmettiği 1968 yılına dek yürürlükte kalan evrim karşıtı eyalet yasaları lehine karar vermişti. O zamandan beri yaratılışçılar, yaratılışçılığı bir “bilime” dönüştürmeyi deneyerek, taktiklerini değiştirdiler. Bu konuda, sadece geniş bir kamuoyu tabakasından değil, hizmetlerini, dinin en çiğ ve obskürantist* biçiminin emrine vermeye hazır olan birçok bilimciden de destek görüyorlar.

1981’de Amerikalı bilimciler, gezegenlerin hareketine ilişkin Kepler yasalarını kullanarak, Satürn’le gözalıcı bir buluşma gerçekleştiren bir uzaygemisi fırlattılar. Aynı yıl Amerikalı bir yargıç, Arkansas eyaletinde geçerli olan ve okullara sözde “yaratılış-bilim”e evrim teorisiyle eşit koşullarda muamele etme zorunluluğunu dayatan bir yasanın anayasaya aykırı olduğunu ilân etmek zorunda kaldı. Yaratılışçılar, başka şeylerin yanı sıra Nuh tufanının da temel jeolojik etken olarak kabul edilmesini istiyorlardı. Duruşma boyunca, savunma tanıkları yeryüzüne yaşamın meteorlar aracılığıyla gelmiş olması olasılığına ve Şeytana duydukları coşkun inancı dile getirdiler, türlerin çeşitliliği de bir tür meteorik mekik-hizmetiyle açıklanıyordu! Duruşmada Wales Üniversitesinden bay N. K. Wickremasinge’in, her ne kadar “işleri yolunda gittiği için ... bilinç belirtisi göstermiyorlar”sa da, böceklerin insanlardan daha zeki olabileceğini söyleyen sözleri aktarıldı.[2]

ABD’deki kökten dinci lobi, kitle desteğine, sınırsız fonlara erişme imkânına ve kongre üyelerinin desteğine sahiptir. İncil vaizi sahtekârlar, milyonlarca dinleyicisi olan radyo istasyonlarından dünyanın parasını kazanıyorlar. 20. yüzyılın son on yılında, teknolojik olarak dünyanın şimdiye kadar gördüğü en ileri ülkede çok sayıda eğitimli erkek ve kadının –bilimciler de dahil– Tekvin kitabının harfi harfine doğru olduğu, evrenin yaklaşık 6000 yıl önce altı günde yaratıldığı fikri uğruna mücadele etmeye hazır olması olgusu bile, tek başına, diyalektiğin işlerliğini gösteren en dikkate değer örnektir.

“Akıl Akıldışı Olur”

Kapitalist sınıfın akılcı [rasyonel] bir dünya görüşünü savunduğu dönem, bulanık bir anı oldu. Kapitalizmin ihtiyarlığa özgü çürüme çağında, eski süreçler tersine döner. Hegel’in sözlerindeki gibi, “akıl akıldışı olur.” Sanayileşmiş ülkelerde “resmi” dinin ayakta öldüğü doğrudur. Kiliseler bomboştur ve giderek daha çok kriz içine girmektedirler. Bunun yerine, mistisizmin ve her türden hurafenin palazlanması eşliğinde, garip dinsel tarikatların sahiden bir “Mısır vebası” gibi yayılışını görüyoruz. Korkunç kökten dincilik salgını –Hıristiyan, Yahudi, İslam, Hindu– toplumun açmazının canlı bir göstergesidir. Yeni yüzyıl bize el sallayıp davet ettikçe, Karanlık Çağlara doğru en korkutucu geri savrulmalara tanık oluyoruz.

Bu olgu İran’la, Hindistan’la ve Cezayir’le sınırlı değildir. Birleşik Devletler’de “Waco katliamı”na ve ardından İsviçre’de başka bir grup dinci fanatiğin toplu intiharına tanık olduk. Diğer Batı ülkelerinde, dinsel tarikatların, hurafelerin, astrolojinin ve her türden akıldışı eğilimlerin dizginsiz yayılışını görüyoruz. Fransa’da, yaklaşık 36.000 Katolik rahip ve kazançlarını vergi memurlarına bildiren 40.000’in üzerinde profesyonel astrolog var. Düne kadar Japonya kuralın bir istisnası olarak görülürdü. London Times’ın eski editörü ve baş muhafazakâr William Rees-Mogg, son kitabı The Great Reckoning, How the World Will Change in the Depression of the 1990’s’de şöyle diyordu: “Dinin yeniden canlanışı, değişik derecelerde tüm dünyada olan bir şeydir. Japonya bir istisna olabilir belki, çünkü toplumsal düzen orada şimdiye kadar hiçbir kırılma işareti vermedi …”[3] Rees-Mogg çok erken konuşmuştu. Bu satırların yazılmasından birkaç yıl sonra, Tokyo metrosundaki korkunç gaz saldırısı, dünyanın dikkatini, ekonomik krizin uzun tam istihdam ve toplumsal istikrar dönemine son verdiği Japonya’da oldukça büyük dinci fanatik grupların varlığına çekti. Bütün bu olgular, Roma İmparatorluğunun çöküş döneminde meydana gelenlerle şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyor. Hiç kimse böyle şeylerin toplumun dış çeperlerine özgü olduğunu söyleyerek itiraz etmesin. Ronald ve Nancy Reagan, ister büyük ister küçük, yapacakları her işte düzenli olarak astrologlara danışırlardı. İşte Donald Regan’ın For The Record [Kayda Geçsin Diye] adlı kitabından birkaç seçme:

Beyaz Saray personel sorumlusu olduğum sıralarda Reaganların yaptıkları her büyük hareket ve aldıkları her büyük karar, atılacak adım için gezegenlerin dizilişinin uygun olduğundan emin olmak üzere San Francisco’da yıldız falına bakan bir kadınla önceden açığa kavuşturulurdu. Nancy Reagan, 1981’de bir suikastta yaralanmasından kısa bir süre önce başkanın başına kötü “şeyler” geleceğini önceden haber veren bu kadının doğaüstü güçleri olduğuna inanırdı.

Bu falcıyla hiç karşılaşmadığım halde –bayan Reagan telefonda kadına danıştıktan sonra bana onun kehanetlerini aktarırdı– işimde ve en yüksek devlet işlerinde öyle bir etken haline gelmişti ki, Birleşik Devletler başkanının bir yerden bir yere hareket etmesi ya da halka yapacağı konuşmaların programlanması veya yabancı bir devletle görüşmelerin yapılması için uğurlu zamanları hatırlamama yardımcı olması için, masamın üzerinde renk kodlu (rakamlar “iyi” günler için yeşil, “kötü” günler için kırmızı, “şüpheli” günler içinse sarı mürekkeple işaretlenmişti) bir takvim tutardım.

Ben Beyaz Saray’a gelmeden önce, bayan Reagan’ın yıldız fallarını başkanın programıyla birleştiren kişi Mike Deaver imiş… Beyaz Saray’da çok az kişinin bayan Reagan’ın da meselenin parçası olduğunu [programların bekçiliğini yapmak], ve çok daha az kişinin de San Francisco’daki bir astroloğun başkanın programının ayrıntılarını onayladığını biliyor oluşu, Mike Deaver’ın basiretinin ve sadakatinin bir ölçüsüdür. Deaver bana, bayan Reagan’ın gizil güçlere bağlılığının, en azından onun ünlü Jeane Dixon’ın öğütlerine güvendiği, kocasının valilik günlerine kadar uzandığını söyledi. Sonradan Dixon’un güçlerine olan güvenini yitirmişti. Ama First Lady San Francisco’daki kadının doğaüstü yeteneklerine mutlak biçimde inanıyordu. Anlaşılan Deaver uzun geçmişi olan bu uçuş seanslarıyla ilgili olarak ortada garip bir durum olduğunu düşünmekten vazgeçmişti. Ona göre bu yalnızca, büyük adamlara hizmet eden birinin yaşamındaki küçük sorunlardan biriydi. “Hiç olmazsa” diyordu, “bu astrolog önceki kadar kaçık değil.”

Reagan ile Gorbaçov arasındaki zirvenin planlanmasında da aile falcısına uyularak astrolojiden yararlanıldı, fakat iki first lady arasındaki işler pürüzsüzce gitmedi, çünkü Raisa’nın doğum günü bilinmiyordu! Rusya’da “serbest piyasa ekonomisi” yönünde ilerleyen süreç, o günden bu yana bu bahtsız ülkeyi kapitalist uygarlığın nimetleriyle donattı; kitlesel işsizlik, toplumsal dağılma, fuhuş, mafya, eşi görülmemiş bir suç dalgası, uyuşturucular ve din. Son günlerde Yeltsin’in de astrologlara akıl danıştığı ortaya çıktı. Rusya’da yeni yeni palazlanan kapitalist sınıf bu konuda da kendisinin Batılı modellerin hevesli bir öğrencisi olduğunu gösteriyordu.

Hüküm süren şaşkınlık ve karamsarlık duygusu, yansımasını sadece politikada değil, her alanda bulmaktadır. Her yanı saran bu akıldışılık bir rastlantı değildir. Bu, insanlığın kaderinin korkutucu ve sözde gizli güçler tarafından kontrol edildiği bir dünyanın psikolojik yansımasıdır. “Saygın” insanların yuvaları bozulan karıncalar gibi etrafta koşuşturup durduğu borsadaki ani paniğe bir bakın. Sürü benzeri bir paniğe neden olan bu periyodik spazmlar, kapitalist anarşinin canlı bir resmidir. Ve bu, milyonlarca insanın yaşamını belirleyen şeydir. Bizler çöküş durumundaki bir toplumun ortasında yaşıyoruz. Çürümenin kanıtları her tarafta mevcut. Muhafazakâr gericiler, ailenin parçalanmasına, uyuşturucu salgınına, suça, akılsız şiddete ve diğer her şeye sızlanıp duruyorlar. Onların tek yanıtı devlet baskısını arttırmaktır; daha fazla polis, daha fazla hapishane, daha sert cezalar, hatta muhtemel “suçlu tiplerin” genetik soruşturması. Onların göremedikleri ya da göremeyecekleri şey, bu olguların, onların temsilciliğini yaptıkları toplumsal sistemin açmazının belirtileri olduğudur.

Onlar “piyasa güçleri”nin, milyonlarca insanı işsizliğe mahkûm eden aynı akıldışı güçlerin savunucularıdır. Onlar, John Galbraith’ın cin fikirlilikle, yoksulun çok, zenginin az parası olduğunu söyleyen teori diye tanımladığı “arz yanlı” ekonominin peygamberleridir. Hakim “ahlâk”, cangıl ahlâkı anlamına gelen piyasa ahlâkıdır. “Mülk sahipleri demokrasisi”ne ve “küçük güzeldir”e dair tüm zırvalara rağmen, toplumsal servet gitgide daha az elde toplanmaktadır. Bir demokraside yaşadığımız sanılıyor. Oysa milyonlarca insanın kaderini, bir avuç büyük banka, tekel, borsa spekülatörü (genelde aynı insanlar) belirliyor. Bu küçücük azınlık kamuoyunu manipüle etmek için güçlü araçlara sahip. İletişim araçları, basın, radyo ve televizyon üzerinde tekele sahipler. Bir de nesillerdir insanlara kurtuluşu öteki dünyada aramalarını öğreten ruhani polis kilise var.

Bilim ve Toplumun Krizi

Daha düne kadar, bilim dünyası kapitalizmin genel çürümesinden uzak duruyor görünürdü. Modern teknolojinin harikaları, adeta sihirli niteliklerle donatılmış gibi görünen bilimcilere muazzam bir prestij sağlıyordu. Teorileri eğitimli insanların çoğunluğu için bile giderek anlaşılmaz hale geldikçe, bilimsel topluluğun sahip olduğu saygı da aynı oranda arttı. Bununla birlikte bilimciler de, tıpkı bizim gibi aynı dünyada yaşayan sıradan ölümlülerdir. Bu halleriyle alındığında, kimi kez söz konusu olan çok muazzam maddi çıkarlar bir yana, hakim fikirlerden, felsefelerden, politikadan ve önyargılardan etkilenebilmektedirler.

Uzun zamandır bilimcilerin –özellikle teorik fizikçilerin– zımni olarak, sıradan insanlığın üzerinde duran ve evrenin sıradan ölümlülere yasaklanmış sırlarına vakıf özel türden insanlar oldukları varsayılıyordu. Bu 20. yüzyıl miti, dünyanın uzaylı yabancılarca her daim yok edilme tehdidi altında olduğunu anlatan eski bilim-kurgu filmlerince enikonu yayıldı (gerçekte insanlığın geleceğine yönelik tehdit çok daha yakın bir kaynaktan gelir ya, bu başka bir hikâyedir). Her seferinde son anda beyaz ceketli bir adam çıkagelir, kara tahtaya karmaşık bir denklem yazar ve problem birdenbire çözülür.

Oysa gerçek hayli farklıdır. Bilimciler ve diğer entellektüeller toplum içinde işleyen genel eğilimlerden bağışık değildirler. Bunların çoğunun politikaya ve felsefeye kayıtsız olduklarını ilân etmeleri, sadece onların kendilerini sarıp sarmalayan mevcut önyargıların daha kolay kurbanı oldukları anlamına gelir. Bunların fikirleri çok sık olarak en gerici politik tutumları desteklemek için kullanılabilmektedir. Bu, özellikle, başta Birleşik Devletler’de olmak üzere tam bir karşı-devrimin gerçekleştiği genetik alanı için doğrudur. Sözde bilimsel teoriler, suçun nedeninin toplumsal koşullar değil “suç geni” olduğunu “kanıtlamak” için kullanılmaktadır. Siyahların ayrımcılıktan dolayı değil, genetik yapılarından dolayı dezavantajlı oldukları iddia edilmektedir. Benzer iddialar yoksul insanlar için, yalnız yaşayan anneler için, kadınlar için, homoseksüeller için, vb. kullanılmaktadır. Elbette “bilim”in böylesi, refah harcamalarını acımasızca kısmaya odaklanmış Cumhuriyetçi ağırlıklı Kongrenin gayet işine gelmektedir.

Bu kitap felsefe hakkındadır; daha kesin söylemek gerekirse Marksizmin felsefesi diyalektik materyalizm hakkında. Bilimcilere ne düşünmeleri ve yazmaları gerektiğini söylemek felsefenin işi değildir, en azından bilim hakkında yazdıkları zaman. Ama bilimciler her konu hakkında –felsefe, din, politika– fikirlerini açıklamayı alışkanlık edinmişlerdir. Bu hakları sonuna kadar var. Ama kusursuz derecede sağlam bilimsel bir onay belgesi olabilecek şeyleri son derece batıl ve gerici felsefi görüşleri savunmak için kullandıklarında, her şeyi yerli yerine oturtmanın zamanı gelmiştir. Bu duyurular bir avuç profesör arasında kalmamakta, arkalarını sahte bilimsel argümanlarla örtmeye çalışan sağcı politikacıların, ırkçıların ve dinci fanatiklerin eline geçmektedir.

Bilimciler sık sık yanlış anlaşıldıklarından yakınıp, mistik şarlatanlara ve politik sahtekârlara cephane sağlamak gibi bir niyetlerinin olmadığını söylerler. Olabilir. Ama bu durumda da, göz yummakla ya da en azından hayret verici bir saflıkla suçlanmayı hak etmektedirler Diğer yandan bilimcilerin yanlış felsefi görüşlerinden yararlananlar saflıkla suçlanamazlar. Onlar nerede durduklarını iyi biliyorlar. Rees-Mogg’a göre, “laik tüketicilik dini, paslı bir kuyruk kanadı gibi geride bırakıldığı ölçüde, içinde gerçek ahlâki ilkeler ve öfkeli tanrılar barındıran daha katı dinler geri gelecektir. Yüzyıllardır ilk kez bilimin göstergeleri yaşamın ruhani boyutunu zaafa uğratmaktan ziyade zenginleştirecek gibi görünüyor.” Rees-Mogg’un gözünde, din, ayrıcalıktan yoksun olanlara, polis ve hapishaneyle yan yana olan yerlerini bildirmek için faydalı bir silahtır. Bu konuda takdire layık ölçüde açık sözlüdür:

Yukarı hareketlilik [sınıf atlama -ç.n.] olasılığı ne kadar az olursa, yoksulun bilimdışı, hayal mahsulü bir dünya görüşünü benimsemesi o kadar rasyonel olur. Onlar teknolojinin yerine büyüyü koyarlar. Bağımsız incelemenin yerine ortodoksluğu seçerler. Tarihin yerine efsaneleri tercih ederler. Biyografi yerine kahramanlara tapınmayı yeğlerler. Ve onlar genellikle piyasanın gerektirdiği gayri şahsi dürüstlüğün yerine kan bağına dayalı sadakat davranışlarını ikame ederler.[4]

Piyasanın “gayri şahsi” dürüstlüğü hakkındaki düşünce yoksunu komik değinmeyi bir kenara bırakalım ve iddianın özüne yoğunlaşalım. Rees-Mogg en azından gerçek niyetlerini ve kendi sınıfsal bakış açısını gizlemeye çalışmıyor. Düzen savunucularından birinin en aşırı açık sözlülüğüyle karşı karşıyayız. Viran mahallelerde yaşayan yoksul, işsiz, çoğunlukla Siyah insanların varlığı, mevcut toplumsal düzen için potansiyel olarak patlayıcı bir tehlike oluşturmaktadır. Bereket versin yoksullar cahil oluyorlar. Onların, biz “eğitimli sınıfların” doğal olarak paylaşmadığımız cehaletleri muhafaza edilmeli, batıl inançları ve dinsel yanılsamaları teşvik edilmelidir! Mesaj elbette yeni değildir. Aynı şarkı zenginler ve güçlüler tarafından yüzyıllardır söyleniyor. Fakat önemli olan, Rees-Mogg’un işaret ettiği gibi, ilk kez dinin önemli bir müttefiki olarak addedilen bilime atıf yapılmasıdır.

Teorik fizikçi Paul Davies, insanlığın Tanrıyı ve ruhsallığı kavrayışını ilerletmede “olağanüstü özgünlük” göstermesi nedeniyle, geçenlerde 650.000 poundluk Templeton Dinde İlerleme Ödülüne layık görüldü. Ödülün daha önceki sahipleri arasında Aleksandr Soljenitsin, Rahibe Teresa, gayretkeş İncil vaizi Billy Graham ve Watergate hırsızlığından dönme vaiz Charles Colson var. Tanrı ve Yeni Fizik, Tanrının Aklı ve Son Üç Dakika gibi kitapların yazarı olan Davies, ısrarla kendisinin “geleneksel anlamda dindar bir adam olmadığını” (bu ne anlama geliyorsa) söylemekle beraber, “bilimin Tanrıya dinden çok daha emin bir yol sunduğunu” savunmaktadır.[5]

Eğer ve amalarına rağmen Davies’in, mistisizm ve dini bilime sızdırmaya çalışan belirli bir eğilimi temsil ettiği apaçıktır. Bu münferit bir olgu değildir. Özellikle, her ikisi de ağırlıklı olarak soyut matematik modellere bağımlı olan ve giderek artan ölçüde gerçek dünyanın ampirik incelemesinin yerine bir ikame olarak addedilen teorik fizik ve kozmoloji alanlarında büyük bir yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bu alandaki her bilinçli seyyar mistisizm satıcısına karşılık, bu obskürantizmle özdeşleştirilmekten korkan yüzlerce namuslu bilimci bulunmaktadır. Ne var ki idealist mistisizme karşı yegâne gerçek savunma, bilinçli bir materyalist felsefedir; o da diyalektik materyalizmin felsefesidir.

Bu kitabın amacı, ilk kez Marx ve Engels tarafından geliştirilen diyalektik materyalizmin temel fikirlerini açıklamak ve bu fikirlerin modern dünyayla ve özel olarak da bilimle ilintisini göstermektir. Tarafsızlık maskesi takınmayacağız. Rees-Mogg temsil ettiği sınıfın çıkarlarını nasıl savunuyor ve bundan hiç çekinmiyorsa, biz de aynı şekilde açıkça, sözde “piyasa ekonomisinin” ve ondan yana olan her şeyin karşıtı olduğumuzu ilân ediyoruz. Bizler toplumu dönüştürme kavgasının aktif katılımcılarıyız. Ama dünyayı dönüştürmeden önce onu anlamak gerekir. İnsanların zihinlerini, kökleri insan düşüncesinin karanlık tarihöncesine uzanan mistik inançlarla bulandırmaya dönük her girişime karşı tavizsiz bir mücadele yürütmek gereklidir. Bilim geçmişin birikmiş önyargılarına sırtını çevirecek kadar gelişmiştir. Saati dört yüz yıl geriye çevirmeye dönük bu girişime karşı sıkı durmalıyız.

Giderek artan sayıda bilimci, sadece bilim ve eğitimin değil genel olarak toplumun mevcut durumundan da hoşnutsuzluk duymaktadır. Teknolojinin dev potansiyeliyle, milyonlarca insanın açlık sınırında yaşadığı bir dünya arasındaki çelişkiyi görüyorlar. Bilimin sistematik olarak büyük tekellerin çıkarına kötüye kullanımını görüyorlar. Bilimcileri dinsel obskürantizmin ve gerici toplumsal politikaların hizmetine zorla sürükleyen bu kesintisiz çabalardan derin bir rahatsızlık duyuyor olsalar gerek. Stalinizmin bürokratik ve totaliter karakteri bunların çoğuna itici gelmişti. Ama Sovyetler Birliği’nin çöküşü kapitalist alternatifin daha da kötü olduğunu göstermiştir. Birçok bilimci kendi deneyimleriyle toplumsal, ekonomik ve kültürel çıkmazdan yegâne çıkış yolunun, bilimin ve teknolojinin özel mülkün değil insanlığın emrinde olduğu bir tür akılcı planlı toplum olduğu sonucuna varacaklardır. Bu toplum, tüm nüfusun bilinçli denetim ve katılımını içeren, kelimenin gerçek anlamında demokratik bir toplum olmak zorundadır. Sosyalizm doğası gereği demokratiktir. Troçki’nin söylediği gibi, “ulusallaştırılmış planlı ekonomi, tıpkı insan bedeninin oksijen istemesi gibi, demokrasi ister.”

Dünyanın sorunları üzerine düşünmek yeterli değildir. Onu değiştirmek gerekir. Ama ilk önce şeylerin neden öyle olduklarını anlamak gerekir. Yalnızca Marx ve Engels tarafından geliştirilmiş ve sonradan Lenin ve Troçki tarafından ilerletilmiş fikirler bütünü, bu kavrayışa varmamız için uygun araçları sağlayabilir. Bilimsel topluluğun en bilinçli üyelerinin, kendi çalışmaları ve deneyimleri aracılığıyla, tutarlı bir materyalist dünya görüşü ihtiyacının farkına varacaklarına inanıyoruz. Diyalektik materyalizm bu dünya görüşünü sağlamaktadır. Kaos ve karmaşıklık teorilerinin son atılımları, giderek artan sayıda bilimcinin diyalektik düşünme yönünde ilerlediğini göstermektedir. Bu muazzam önem taşıyan bir gelişmedir. Yeni keşiflerin bu eğilimi derinleştirip güçlendireceğine şüphe yoktur. Diyalektik materyalizmin geleceğin felsefesi olduğuna inancımız tamdır.



[1] Marx ve Engels, Selected Correspondence, Bloch’a Mektup, 21-22 Eylül 1890, bundan sonra MESC olarak anılacak. [Seçme Yazışmalar, cilt 2, Sol Y., Ekim 1996, s.235-236]

* Obskürantistler: Gerçekleri karartıp anlaşılmaz kılanlar. (ç.n.)

[2] The Economist, 9 Ocak 1982.

[3] W. Rees-Mogg, The Great Reckoning, How the World Will Change in the Depression of 1990’s (Büyük Hesap, 1990’lardaki Çöküşte Dünya Nasıl Değişecek), s.445.

[4] W. Rees-Mogg, age, s.27, vurgu bizim.

[5] The Guardian, 9 Mart 1995.